Yarışmalar “Körler Sağırlar Birbirini Ağırlar”a Dönüştü!
“Kristal Elma’nın Suyu Çıktı” ifadesiyle sektöre sert bir eleştiri getiren Hulusi Derici, günümüz reklamcılığının ödül peşinde koşulan bir maratona dönüştüğü ve körler ile sağırların birbirini ağırladığı görüşünde.
Elif Tütüncü
M.A.R.K.A. Reklam Ajansı Başkanı ve Yaratıcı Bölüm Başkanı Hulusi Derici, “Kristal Elma’nın Suyu Çıktı” başlığıyla geçtiğimiz ay bir ilan yayınladı. Yayınlanan ilanda, Kristal Elma başta olmak üzere yaratıcı işlerin ödüllendirildiği tüm organizasyonlara oldukça sert bir eleştiri yer alıyordu. Derici, ilanda sivri bir dille ödül organizasyonlarının yanı sıra, ödül peşinde koşan reklamcılık anlayışını da yeriyordu. İlanı kendi sosyal medya hesabımda paylaşmamın ardından sektörde yer alan isimlerden haklı, haksız ve kısmen haklı olduğuna dair çeşitli yorumlar geldi. Gelen genel eleştirilerle birlikte, kendi kafamda beliren soruları da derleyerek kendisinin kapısını çaldım. Derici ile birlikte yaratıcılık ödüllerinden özel gün iletişimine kadar sektördeki birçok konuyu konuştuk.
Kristal Elma’nın Suyu çıktı başlığıyla bir ilan yayınlayarak kendi tabirinizle sektördeki ödül koşuşturmacasına sert bir eleştiri getirdiniz. Peki Kristal Elma’nın yanı sıra reklamcılık alanındaki ödüller hakkında genel düşünceleriniz neler?
Hepsiyle ilgili aynı. Biz 19 senedir hiçbir yarışmaya katılmıyoruz. Gerekçesi daha önceki yıllarda yarışmada ödül kazanmak iş yapmıyor olmamız. Biz hizmetinde olduğumuz şirketin yazar kasasını şıkırtadacak, işine yarayacak reklamı yapar arkasından da o işlerle yarışmaya girerdik. Şimdiki yarışmalarda ödül almak amacıyla reklam yapılıyor. Ajansların kreatif bölümleri ödül almak ve ödüllü iş yapmak sevdasıyla aylar öncesinden yarışmaya hazırlanmaya başlıyorlar. Zamanlarının büyük bir bölümünü o gün hizmet verdikleri müşterilerinin yazar kasalarını şıkırdatacak işlere harcamak yerine ödül alacak işlere harcıyorlar.
Ciddi mesleklerde bunlar yok. Avukatlar arasında “Altın Terazi”, doktorlar arasında “Kristal Steteskop” gibi yarışmalar yok. Ya hastanızı iyi edersiniz ya da edemezsiniz.
Yayınladığınız ilanı kendi Twitter hesabımdan paylaştığımda bu konuyla ilgili sektör çalışanlarından eleştiriler geldi. Evet doktorların belki ameliyat yapma şekilleriyle ilgili aldıkları ödüller yok ancak tıp ve avukatlık alanında ödüllerin bulunduğunu söylediler.
Onlar somut şeylerdir ve para verip girmezsiniz o tür yarışmalara. Doktorların, yaptıkları için para ödeyerek yarışmaya katılma ve ödül alma gibi bir durumu yok. Bahsettiğim yarışmalar artık “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” durumuna dönüştü. Son yarışmada 480 veya 490 küsur ödül verilmiş. Ben en son 20 yıl önce, 2000 yılında çekildiğimde bu ödüllerin sayısı 60-70 tane falandı. Maksimum 100’dü. 400 küsur ödül nereden çıktı?
Kategorilerin sayısı arttırılıyor. Habire artıyor. Tek kategori bölünüyor üçe falan. Ayrıca bu "ödül almak için iş yapalım” fikri zaten yanlış bir fikir. Bu mesleğinize zarar verir. Kafanı, beyin hücrelerini buna yoracağına otur hizmetinde olduğun markanın satışlarını, itibarını ve şöhretini yükseltmeye harca. Bu ne saçmalıktır.
Ben ilanınızı ilk gördüğümde David Ogilvy’nin anlayışına benzettim. O da “Ya satarız, ya da satarız” anlayışının ve ödül organizasyonlarının gereksizliğinin en sıkı savunucularındandı.
Ogilvy’nin yıllar öncesine ait bir röportajında “Reklamcılık son 10-15 yılda eğlence isimli bir hastalığa tutuldu” şeklinde bir sözü ve ödüllerden bahsettiği bir röportajı vardı. Yine dönem dönem aynı hastalıklar sürüyor. Ciddi mesleklerde böyle şarlatanlıklar yok. Bizim meslek de her mecraya ciddi paraların harcandığı, ciddi bir iş. Reklamveren bu paraların karşılığını görmek istiyor. Yazar kasasının şıkırdamasını istiyor. Markasının bilinirliliğinin, şöhretinin ve itibarının artmasını istiyor. Satışlarının kârının artmasını, pazar payının büyümesini istiyor. Bu amaçlara hizmet edecek işi yapmak bizim birincil ve hatta tek işimiz olmalı. Biz bunu yapmaya gayret ettik. Ve o işlerle yarışmalardan ödüller aldık veya alamadık. Ödül almayan biri bunları söylüyor olsa belki ödül almadığı için böyle konuştuğunu düşünebilirsiniz. 20 senedir yarışmalara girmediğim hâlde benim 118 tane falan ödülüm var.
Peki 19 sene önce yarışmalardan çekilmenizin sebebi neydi?
19 sene öncesinden gördük suyunun çıktığını. 19 yıl öncesinde başlamıştı. Diğer ajansların yönetimlerinden ödül alacak iş yapma gayretini duyuyorduk; “Müşterilere ödül alacak iş yapamıyoruz bari kendi kendimize yapalım. Birkaç dergide, gazetede, ucuz TV kanalında yayınlayalım ya da müşteriden rica edelim bakın size bedava iş yapalım şunu yayınlayın. O işlerle yarışmaya girip ödül kazanalım. Madem müşteriye ödül alabilecek işi satamıyoruz. Bari biz de kendi kendimize yapıp kendi kendimize çalıp oynayalım” anlayışını. Böyle bir sevdaya tutulmuştu sektör. Bunu gördük. Yanlış yerlere emeğimizi ve eforumuzu sarf edip beyin hücrelerimizi yanlış şeylerle tüketmeyelim diye yarışmalardan çekildik.
Peki sizce yarışmaların itibarlı ve tartışmaya neredeyse kapalı hâle gelebilmesi için neler yapılması gerekiyor? Hulusi Derici nasıl bir organizasyona katılır?
Katılmaz! Popstar yarışmalarından popstar çıkmaz. Popstar yarışmalarında birinci, ikinci, üçüncü olanlar olsa olsa pavyona düşer. Jüriye “kral sensin”, “star sensin” deniyor o yarışmalarda, hatırlayın. Jürinin önünde kendini ispatlamaya çalışan kişiden star olmaz. Starlık kimlik ister, duruş ister, karakter ister.
Zaten birinciler hatırlanmıyor genelde.
Hatırlananlar yine tuhaf tipler karakteri olanlar. O yüzden bu yarışmalar falan boş işler. Ben ve arkadaşlarım, M.A.R.K.A. çatısı altında bütün beyin hücrelerimizi sadece ve sadece müşterilerimizin sorunlarını çözmeye, satışına, pazar payını yükseltmeye, marka bilinirliğini artırmaya ve itibarını büyütecek fikirler geliştirmek için harcıyoruz. Emeğimizi böyle garip gurup şeylere harcamıyoruz. Hiçbir şekilde de harcamayacağız.
İlanda reklamın tek ve yegâne amacı satış olduğunu belirtiyorsunuz. Günümüzde en çok izlenen işlere baktığımızda çoğunlukla duygusal yönü ağır basan, satışın çok fazla ön plana çıkmadığı reklamlar olduğunu görüyoruz. Super Bowl reklamları gibi. Dijital mecralardaki etkileşimlerin marka için hiçbir anlamı yok mu? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahsettiğiniz milyonlarca izlenmeye sahip olan reklamlar yazar kasayı şıkırdatmış mı? Sonucuna bakın. İnsanlar beğenmişler, güzel. Ancak hangi markaya ait olduğu hatırlanmıyor. İnsanlar zihninde o kategorideki ilk markanın adını yapıştırıyor. Reklamın beğenilmesi birinci kriter olamaz, reklamın etkilemesi birinci kriter olabilir. Reklam beğenildi ama markayı yüzde 16’sı hatırlıyor. Genellikle ortalaması budur, 100 kişiden 16’sı hatırlar. Eğer etkili reklamsa o 100 kişiden 70’i o markayı yanına koyar, hatırlar. İyi yapıldığı takdirde televizyon reklamı da iş yapıyor. İyi yapıldığı takdirde radyo da outdoor da işe yarıyor. Tüm mecraların minimum yüzde 85’i çöp. Gece geçen gemi gibi geçip gidiyor tüm reklamlar.
Dijital dünyada bir kaos var. “Sosyal medya yönetelim, haftada 4-5 post koyalım” durumu söz konusu. Hangi şirketlerin sosyal medyasını takip ediyorsunuz? Peki takip etsin insanlar şirketleri. Kafanızı yormayın, etmezler. İndirim, müşteriye rüşvet niteliğinde kampanya çekiliş yapan Gratis’i veya BİM’i takip edebilirler. Onların indirim broşürleri ve kataloglarına ait haberlerini sosyal medyadan alabilmek için takip edebilirler. Ama Arçelik’in sosyal medyada nesini takip etsin? Coca Cola’yı ne diye takip edelim? Coca-Cola Türkiye’nin Instagram hesabında 65 bin kişi var. Şu anda herhalde 650 bin kişi Coca-Cola içip ferahlıyordur. Neyin etkileşimine geçeceğim ben sosyal medyada? İnsanlar insanları takip eder. Demet Akalın’ın 8.4 milyon, Kim Kardashian’ın 152 milyon, Ronaldo’nun 202 milyon takipçisi var. İnsanlar insanları takip eder şirketleri niye takip etsin?
Markaların sosyal medya hesabı olmamalı mı ?
Yahu olsa da bunu birincil, en önemli iş olarak gördük. Sosyal medya yöneticisi, sosyal medya ajansı, sosyal medya çalışanları… Kafayı buraya taktık. Sonuçta ne çıktı? Koskoca şirketlerin takipçi sayıları.
Yalnızda sosyal medyadan anlayan ama reklamcılıktan o kadarda haberdar olmayan bir kitle mi var reklam sektöründe?
Sosyal medyadan da anlamıyor. Sosyal medyadan anlasa benim bu söylediklerimi söyleyebilir. Dijital teknolojiden anlıyor. Dijital dünyadaki ilk palavra şuydu: Televizyon, radyo ve outdoor pahalı denilenerek viral reklam yapılma hevesine gidildi. “Virütik bir reklam yapacağız, herkes izleyecek.” Dünya tarihinde sadece iki virüs yayılmayı başarmış Kolera ve Veba. Yayılabilmiş başka bulaşıcı virüs yok. Yani bir şeyi yaymak o kadar da kolay değil. Hangi beceriyle, hangi bilgi ve yetenekle yapacaksın o virütik reklamı. Çok eser miktarda yapılabildi.
Influencer dönemi bitti!
Hatta yapılabilen viral reklamlarda markayı göremedik, yok gibiydi.
Aynen öyle. Ve reklamverene bu hayal satıldı. Reklamveren de bu işe atladı. Bedava reklam olacak, para vermeden reklam yapacak diye denedi. Buradan umut kesildi.
İkincisi, “Bir oyun yapacağız. Vatandaş da bu oyunu oynayarak markanızla etkileşime geçecek ve bu pazarlama açısından da markanızın çok işine yarayacak” denildi. Acıbadem Hastaneleri’ne de bankaya da pastaneye de oyun tasarlandı. Yahu hastanenin işi oyun oynatmak mı? Bankanın işi oyun oynamak mı? Ne oyunu! Senin yaptığın oyunu ben niye oynayayım? Senin oyununu oynarım sonra da başkasının ürününü almaya devam ederim yani. Ne değişece? Bunun da işe yaramadığı görüldü. Arkasından, “Sosyal medya yönetimi çok önemli, takipçilerimizi arttıracağız ve o takipçilere mesaj vererek bedava reklamımız olacak” denildi. Dijitali biliyoruz diyenler bu “milyonlarca” takipçilerin edinilebileceği konusunda reklamvereni kandırdı. Böyle bir şey olmadığı görülünce de bu sosyal medya ajansları veya sosyal medya yöneten çocuklar markadan aldıkları aylık paranın bir miktarı ile sahte takipçi satın aldılar. Hesapların takipçilerinin birçoğunu inceledim. Mattari Mahmudi gibi Hint isimleri, Ayşedsdsds gibi 0 gönderisi olan takipçiler var. Bir de bu sahtekarlığın peşine düştüler.
Şimdi başka bir yalan çıktı: Influencer Marketing. “Bakın bunun 100 bin, şunun 1,5 milyon takipçisi var. Bunlara para verelim ve ürünümüzün reklamını yaptıralım” denildi. Zaten reklamcı kimliği olmayan insanlar oldukları için o influencer’a verdikleri ürünün reklamı yapıştırma bıyık gibi oldu.
O milyonlarca takipçisi olduğu zannedilen influencerlar para kazanırken mecralar ne kazandı? Hiçbir şey! Mecraların patronları “Benim kurduğum platformda takipçi edinerek para üstüne para kazanıyorsun. Bu iş böyle yürümeyecek. Artık takipçilerinizin yalnızca yüzde 5’i sizi görecek” dedi. Sonra yüzde 2’si, şu an da binde 6’sı... Bu influencer dönemi de bitti.
Dijital dünyada doğru düzgün becerilememiş reklamcılıkla, her dönem farklı bir kandırmaca ve beklentiyle reklamveren başka bir beklentiye sokuldu. Ve çoğu defasında hayal kırıklığına uğradı. İyi kullanılırsa işe yarayacak bir mecra dijital. “Tahsildaroğlu benim peynirim”. Bu reklamı duymayan var mı? Dijital çağda :) sadece radyo reklamlarıyla kocaman bir marka doğdu. Sadece radyo reklamlarıyla. Demek ki iyi yapıldığı takdirde radyo da hâlâ çok güçlü bir mecra. Outdoor... En son hangi outdoor’u hatırlıyorsunuz Allah aşkına? Pek bir şey hatırlamıyorsunuz değil mi. O kadar kötü yapılıyor ki. Jacques Séguéla, “Afişin kur yapmaya vakti yoktur, tecavüz etmelidir” diyor. Outdoor afiştir. Bir sürü yazı, başlık, metin, kaos içinde yüzlerce outdoor reklamı var ve işe yaramıyor. Zira kötü yapılıyor. Kötü yapıldığı zaman dijital de, outdoor da, radyo da, TV de işe yaramıyor. Elimizde dijital dünya diye bir silah var. Ama sadece iyi kullanılırsa işimize yarayacak bir silah. Tüm diğer silahların olduğu gibi: İyi kullanılırsa.
Ogilvy 80’lerde yaptığı bir röportajında diyordu ki “Televizyon icat olduğunda TV reklamcılığına adapte olmakta güçlük çektik.” Çünkü TV öncesinde reklamcılığa başlamışlar. Radyoyu, outdoor’u, dergiyi, direct maili iyi yapıyorlar. TV’yi çözmekte güçlük çektiğini söylüyor. Ama sonra TV’deki en iyi işleri de yine o en iyi reklamcılar yaptılar. Dolayısıyla dijital dünyanın tökezlediği yıllar bu 8-10 yıllık dönem. Neyin işe yarayıp neyin işe yaramayacağı artık en azından görmesi gereken insanlar tarafından görüldü. Virütik video saçmalığından oyun saçmalığına, sosyal medya yönetelim milyonlarca takipçimiz olsun ve bedava reklamımız olsun onlarla bedava iletişime geçelim saçmalığından influencer saçmalığına işe yaramayacak birçok şey de tarihteki yerini aldı.
Şimdi dijital dünyada da dijital dünyanın teknolojisini bilen değil; reklamı, iletişimi, etki yaratma sanatını bilen reklamcıların artık dönemi başlıyor. Dijitalde de teknik çocukların dönemi de bitti. Onlar bu kadar.
Ödül törenlerine tekrar dönecek olursak aynı zamanda yüzlerce ödül dağıtılıyor. Yüzlerce yarışma var.
Yüzlerce değil 480. Sadece bir yarışmada 480. Diğer yarışmalarla binlerce oldu. Bu kadar bol olan bir şeyin değeri olabilir mi? Olmaz. Çok net. Hamsi bile bollaşınca kilosu 1 liraya düşüyor. Az olan şey değerlidir.
Geriye kalan ajanslar da yeteneksiz, beceriksiz, çok iyi değil gibi bir algı oluşuyor. Aslında bu da çok tehlikeli. Örneğin yeni bir ajans yarışmalara katılmadığı için bu ekosistemin dışında kalıyor.
Ona heves etmesinler. Yaptıkları işin müşterinin işine yarayan iş olmasını sağlasınlar gerisi gelir, başka müşteriler gelir. “İyi reklam yap, denize at. Balık bilmezse Halık bilir” diyelim onlara. İyi reklam için çaba sarf etsinler ödül almak için çaba sarf etmesinler. İyi reklam da iyi satış yapacak, kasayı şıkırdatacak, pazar payını yükseltecek, hizmetinde olduğu markanın şöhretini ve itibarını yükseltecek iştir.
Sahneye çıkıp bütün reklam camiasının önünde ödül almak da tatmin edici ve haz verici bir duygu…
Ben hiç haz alamıyorum. Ben sadece yaptığım işin müşterinin işine yaradığını görünce haz alıyorum. En son işimiz Bay Döner reklamı. Reklam yayınlandıktan sonraki 2 gün sonraki hafta sonu satışları yüzde 9 artmış. İkinci hafta yüzde 21 artmış. Ben bundan keyif alıyorum. Onlar da buna dönsünler. Körler sağırlar birbirini ağırlar ödül törenleriyle kendilerini mutlu etmeye çalışmasınlar.
Yaratıcılık, reklamcılığın ilk dönemlerinden günümüze kadar en çok tartışılan konulardan biri. Peki siz yaratıcılığı nasıl tanımlıyorsunuz?
Reklam sanat değildir. Reklam sanatın her dalından yararlanan bir meslektir. Edebiyattan, illüstrasyondan, resimden, fotoğraftan, filmden, şiirden, kafiyeden her tür sanat dalından faydalanır. Ama sanat değildir. İlla sanat lafını geçiren bir tarif istiyorsanız “her türlü sanatı kullanarak ikna etme sanatıdır” diyebilirim. Etki yaratıyor mu yaratmıyor mu? Etkiyi de reklam ne kadar beğenildi, ne kadar komik ile ölçemezsiniz. Cem Yılmaz’ın filmi, Şahan Gökbakar’ın filmi ya da parodisi ne kadar komikse o kadar satar. Ama onun sattığı şey komedi. Benim sattığım şey komedi değil ki. Benim sattığım şey banka, nemlendirici, otomobil, yiyecek. Benim sattığım şey inşaat. “Aa! Bu inşaat ne kadar komik reklam yapmış gideyim ondan ev alayım” demezsiniz. Hayır! Banka reklamı komedi içerir mi? İçerir ama birinci işi komik olmak mıdır? Eğlenceli olmak mıdır? Hayır. Gerektiğinde tabii ki mizahtan yararlanır. Bizim reklamlarımız içinde de mizahtan yararlandığımız çok reklamımız var. Ve dikkat edin, biz mizahı hizmetinde olduğumuz markanın vaadinin tam göbeğinde yapar akıllara bu vaadi kazırız. Birçok ajansın yaptığı gibi “bir fıkra anlatalım arkasından dış ses ile marka vaadini car car anlatırız” şeklinde yapmayız. Böyle yaparsanız çalışmaz o reklam çünkü. Bir de mizah öyle kolay bir iş değildir. Yani herkes yapamaz. Komik olmaya çalışırken “komik olursunuz.” Yazar kasayı şıkırdatıcı reklam yapalım. Bunun için de her tür sanat kullanılabilir. Ama sonuca bakalım. Sonuç ne ?
Özel gün reklamları samimiyetsiz
Geçtiğimiz yıl Kiğılı için 10 Kasım’da çok güzel bir iş yapıldı. Herkes çok beğendi. Duygulu ve etki eden bir işti. Bu reklam başarılı mı, başarısız mı? Ben reklamı çok beğendim ve bundan sonra Kiğılı’dan alışveriş yapabilirim. Bu nasıl ölçümlenebilir?
Bir benzerini işte 19-20 sene önce Zeki Triko’da “Güneş’i özledik”i yaptığımızda 10 Kasım falan da değildi, bir sebebi yoktu. Mart sonu yaptık, o sezon Zeki Triko her zamanki satışlarından daha fazla satış yaptı. Çünkü mayo giyen kadın, Zeki markasının fikriyle kendi fikrinin örtüştüğünü gördü. Belki başka mayoları alabilecekken Zeki’yi tercih etti. Kendi fikrine yakın gördü. Bu bir 10 Kasım reklamı değildi. İlla böyle özel bir günü beklememek lazım. Bu özel günler reklamlarının da çoğu sıkıntılı, çalışmayacak reklamlar. Anneler Günü’nde anneye yalakalık yapalım. Müşteri adayı üzerinde şöyle bir duygu yaratıyor birçoğu “Benim annemi, benim sevgilimi sanki benden daha çok düşünüyorlar. Hah hayy :) Bu yalakalıkla bana mal satmaya çalışıyorlar.” Niye böyle yapılıyor bu özel gün reklamlarının yüzde 85’i? Çünkü zaten beceri eksikliğinden dolayı her alanda reklamların yüzde 85’i çöp. Mesela elimizde büyüyen, elimize doğan DeFacto’ya Sevgililer Günü’nde şöyle bir reklam yaptık. Mealen söylüyorum: “Sizin sevgilinizden bize ne? Bizim sevgilimiz sizsiniz. Ben sana bu kıyağı yapıyorum, ikinci ürünü yüzde 50 indirimle veriyorum. Sen bunu istersen kendin al. İstersen sevgiline al, kardeşine al. Kime alırsan al bana ne?” Samimi bir marka olarak görüldü ve insanlar arasında da konuşuldu. Hem ikna ediciydi hem yazar kasayı şıkırdattı hem markaya sıcak samimi bir kimlik yükledi. Bu özel günleri de iyi kullanan markalar var kötü kullanan markalar var. Kiğılı da iyi kullanmıştır. O güzel bir işti. Ama bunun için 10 Kasım’ı beklemek şart mı ? Ölüm gününde mi hatırlamak lazım? Niye 10 Kasım’ı bekliyoruz? 10 Kasım’da herkes Atatürk’ü anıyor herkes bir şeyler yapıyor. 10 Kasım’ı beklemeyelim. Biz 27 Aralık’ta yapmıştık.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü ve Anneler günü çok yakın birbirine. Markalar Kadınlar Günü’nde “Kadınlar iş hayatının içinde olmalıdır. Kadına toplumsal rol yüklenmemeli, Kadınlar cesur olmalıdır” gibi vurguları yaparken, Anneler Gününde “Annene bu mutfak robotunu, şu ev aletini al” diyor. E hani kadına toplumsal bir rol yüklenmemesi gerekiyordu?
O da öyle bir cehalet işte. Kadın başka bir şey anne başka bir şey sanki. Çok ezberciyiz.
Reklamı, ‘reklamcı olmayan dijitalciler’den nasıl kurtaracaksınız?
Kurtulur. Doğal seleksiyon. Aralarında öğrenenler olacaktır. Yani bu tabii dijital dünyada yapılan yanlışları ortaya sergilemek adı altında sivri bir söylem. Kimseyi kimseden kurtarmak gibi bir niyetimiz yok. Bir sarsmak ve kendilerine gelmelerini sağlamak amaç. Her zaman iyi reklamcı ve kötü reklamcı olmuştur. Bir şeyin çok iyisi de vasatından daha azdır. Çok iyi reklamcı da vasat reklamcıdan azdır. Kimsenin bir şeyden kurtulacağı falan yok.
Mesela “Mankenlerden, fotomodellerden oyuncu mu olur?” diye eleştirdikleri dönemde birçok kötü oyuncu, oyunculuğu kötü birçok manken ve fotomodel vardı. Ama aralarında çok iyi oyuncu olmayı başaran modeller de vardı. Mesela Kıvanç Tatlıtuğ bunlardan biri. Çok iyi de oyuncu oldu. Bütün beyin hücrelerini gerçekten hizmetinde olduğu markayı düşünerek kullanmaları lazım. Biz bunu yapmaya çalışıyoruz becerebildiğimiz kadar. Fena da becermiyoruz.
YORUM YAZIN
Yorumunuz Alınıyor
Boş Yorum Gönderemezsiniz
YORUMLAR
Hiç Yorum Yok