Yaratıcılık Paradoksu
Çoğu insanın, Shakespeare gibi yazamayacağı, Michelangelo gibi çizemeyeceği ya da Edison’un buluşlarıyla yarışamayacağı aşikar.
Yaratıcılık kavramı üzerine kafa yormaya, 2000’li yılların başında, iletişim fakültesinin son senesinde okurken başladım. Not ortalamam yüksekti. Hatta reklam ana bilim dalı öğrencilerinin en iyilerinden biriydim. Teorik yeteneğime rağmen, işin pratik kısmını hayal ettiğimde kendime sormadan edemiyordum: Gerçekten iyi bir reklamcı olabilecek kadar yaratıcı mıyım?
O dönemde kavram hakkında yazılmış kuramsal kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Çeviri ise yok denecek kadar azdı. Kafamdaki soru, kaynak yetersizliği ile birleşince yaratıcılığa dair merakım büsbütün arttı.
Fırsat bu fırsat diyerek, üniversite bitirme projemi “Yaratıcılık” üzerine hazırlamaya karar verdim. Kavram hakkında yazılmış tüm ulusal seçkileri okudum. Konsept ile ilgisi olabilecek eski tezleri inceledim. Global internet makalelerini taradım. Gazetede yayınlanmış haberleri buldum, okudum, kestim ve sakladım. Reklam ve sanat camiasının önemli isimlerinin, beraberinde davranış bilimleri uzmanlarının görüşlerini aldım. Bunları uluslararası örneklerle pekiştirdim.
Kavramın metodolojisiyle ilgili bir omurga oluşturmanın zor olacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Zor olan, önümdeki engelleri aşarak yaratıcılığı yaratıcılıktan uzak olmayan bir şekilde anlatmaktı.
Başlangıç olarak, teorinin büyüsünü koruyabilmek amacıyla çalışmama salt “Yaratıcılık” adını verdim. Kabul edilmedi. Tezimin adı “İnsan Hayatında Yaratıcılığın Yeri ve Önemi” oldu.
Daha sonra tezi, klasik yazı formatından çıkarabilmek arzusuyla birinci tekil şahısta, şimdiki zaman kullanarak yazmaya başladım. Onaylatamadım. Cümleler akademik format olan “-mektedir” hallerine geri döndü.
Akış kurgusu ile oynamak, örneğin çalışmayı tersten başa doğru kaleme almak, yazarken zamanda atlamalar yapmak, anlatıcı olarak kendimden başka birini kullanmak ya da kavramı tarihe damgasını vurmuş dahilerle yapılmış hayali röportajlar ile anlatmak... Bunların hiçbiri mümkün olmadı. Maalesef.
“İnsan Hayatında Yaratıcılığın Yeri ve Önemi”, alışıldık şekilde yazıldı, ciltlendi, okundu, onaylandı ve ben üniversiteyi bitirdim.
Ancak daha sonra alışılmadık bir şey oldu. Altı kelimelik sıkıcı bir başlığa sahip olan bu çalışma, yaratıcılığı merak eden insanlar arasında dolaşmaya başladı. Tezi okuyan, dosyayı birine tavsiye etti. O biri ise başka birine... Hatta bir süre sonra bu derleme, Reklam Yaratıcıları Derneği tarafından kitap haline getirildi. İçerik birebir aynıydı. Başlık ise tam hayal ettiğim gibi: Yaratıcılık.
Fena olmayan bir antoloji oluşturduğumun farkındaydım. Örneğin çalışmam, tam olarak ne olduğu bilinmeyen yaratıcılık nosyonuyla ilgili tüm tanımları ve farklı yaklaşımları bir araya getiriyordu. Teorik bilgiler, tez danışmanımdan rica ederek çalışmaya ekleyebildiğim yaratıcılık alıştırmaları ile renkleniyordu. Ancak yine de ben yaratıcılığa dair bir buluş yapmamıştım. Kavramı baştan tanımlamıyordum. Ya da insan beyninin bu özel sırrı hakkında bilimsel bir kuram geliştirmemiştim.
Fakat diğer yandan, ben bu çalışma ile çok basit ama insanlar için önemli bir şey yapmıştım ve bunun farkındaydım. Kitabın arka yüzündeki metni yazarken, insanlar farkındalığımın farkına varsınlar istedim: “Yaratıcılığın ayrıcalıklı insanlara bahşedilmiş üstün bir özellik olduğunu düşünüyor ve yaratmayı mucizevi bir iş olarak görüyorsanız, bu inancınız sarsılmak üzere...
Çünkü kavram ile ilgili pek çok bilimsel bakış açısını bir araya getiren bu özel kitap, sizlere yaratıcılığın herkeste var olan ve harekete geçmeyi bekleyen bir potansiyel olduğunu; yaratma eyleminin ise nefes almak kadar basit bir reflekse dayandığını anlatıyor.
Eşsiz bir yaratma yeteneği ile doğan insanoğlu, daha sonra bunu unutmak için elinden geleni yapar. Sosyo-psikolojik engellere takılıp, yaratıcılığını kendi seçtiği bir kutuya hapseder. İnsanın yaratma güdüsüyle tekrar buluşabilmesi için kavramı yeniden tanımlaması, yaratıcılığını körelten faktörleri tanıması ve bu engelleri ortadan kaldıracak çözüm önerilerini bilmesi gerekir.
Bu çalışma, kavram ile ilgili çok yönlü bir bakış geliştirerek, yaratıcılığını bir ömür boyu beslemek isteyenler için yalın ancak derin bir başucu kitabı niteliğinde...”
Arka kapakta yazılı duran bu son söz, aynı zamanda çalışmayı başlatan sorunun da cevabı niteliğinde: Evet. Ben istediğim ölçüde yaratıcı olabilirim.
Bugün, geriye gidip on yıl önce kaleme aldıklarımı okuduğumda, yazdıklarım ile tamamen hemfikirim. Yaratıcılık denen şey, insan üstü bir yetenek ya da sihir değil. Hatta yaratıcılık, sanat ya da reklamcılık gibi sadece belli bir faaliyet alanına ait veya sınırlı bir entellektüel kesmin tekelinde olan bir özellik de değil.
Kişinin eğitim seviyesi ve yeteneklerinin yaratıcılık düzeyini belirlemede pay sahibi olduğu kesin. Ancak yine de yaratma potansiyeli denilen şey, herkeste var olan ve doğru adımlarla geliştirilebilen bir düşünce şekli.
Açıkça yaratıcılık, bilim ve meslekler üstü bir kurguda, sınırları olmayan bir öğreti. Duyguların ve sezgilerin, doğru bilgi ve motivasyonla birleşmesi anlamına gelen bu kavram, hayatın her anında ve her yerde.
Şu an bir dakika durun ve hayatınızda sizi mutsuz eden şeyleri düşünün. Eğer sağlık ile ilgili ya da finansal bir sorununuz yoksa, sizi iş ve özel hayatınızda mutsuz eden şeylerin hepsinin yaratıcılık eksikliği ile ilgili olduğunu görebilirsiniz.
Vizyonsuz çalışanlar, hayalgücü eksik, korkak patronlar, sıkıcı eğitim sistemi, aynı şeyi tekrar eden politikacılar, tatsız restoranlar, klişe şarkılar, şaşırtıcı olmayan skorlar, kendini tekrar eden ilişkiler, yenilenemeyen ve heyecanını kaybeden arkadaşlıklar, her gün işe gitmek istemeyen, işten eve bir türlü dönemeyen insanlar...
İlk bakışta size iddialı gelebilir ancak duruma benim penceremden bakıp olayı genelleyebilirsiniz. Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu yaratıcılıktır. Daha doğru bir tabirle yaratıcı olamama halidir.
Kavram üzerine yapılmış güncel bilimsel araştırmaların sonuçlarına göre, her insan yaratıcılık yeteneği ile doğar. Bu yeteneğin seviyesi kişiden kişiye değişse de, sonuç herkes için geçerlidir. İnsanoğlunun en yaratıcı döneminin çocukluk evresi oluşu tesadüf değildir.
Çocuk büyüdükçe, yaratıcılık yeteneği küçülmeye başlar. Bunun baş sorumlusu ezberci ve statükocu eğitim sistemidir. Daha sonra buna sosyo-psikolojik faktörler eklenir: Hata yapma korkusu, aptal gibi gözükme endişesi, tek bir doğru saplantısı, risk almaktan çekinmek, mükemmelliyetçilik, zamanım yok mazereti, kişinin kendiyle ilgili olumsuz kehanetleri gibi...
Çoğu insanın, Shakespeare gibi yazamayacağı, Michelangelo gibi çizemeyeceği ya da Edison’un buluşlarıyla yarışamayacağı aşikar. Ancak bu yargı insanların yaratıcı olmadıkları ya da olamayacakları anlamına gelmiyor.
Yaratıcılık denizi içinde yüzen insanların, bu denizde ilerlemek için ilk olarak yaratıcı olduklarını, ikinci olarak da yaratıcılık potansiyellerini artırabileceklerini kabul etmeleri gerekiyor. Bu konudaki en önemli sorun, belki siz de dahil pek çok kişinin uzun süredir kendisine yaratıcı olmadığını tekrarlamış ve en sonunda bunun doğruluğuna inanmış olması.
Bu kişisel inancı yıkmak kolay olmasa da mümkün. İnsanoğlu yaratıcı olmayı becermek ve daha sonra da potansiyelini güçlendirmek zorunda. Bu doğrultuda hata yapmaktan korkmamak ve risk almayı bilmek gerekiyor.
Thomas Edison 10 yaşındayken, annesine oğlunun tamamıyla işe yaramaz olduğu bildirildi ve okuldan atıldı. Louis Pasteur vasat bir kimya öğrencisi olarak değerlendirildi ve doktorası geciktirildi. Walt Disney’in tamamen yeteneksiz bir çocuk olduğu öne sürüldü. Winston Churchill okulda başarısız bir öğrenci olarak kabul edildi ve öğretmenleri tarafından akılsız olarak nitelendirildi.
Örneklerde bahsedilen kişiler, çevrelerinden aldıkları mesajlara inanmadılar ve başarısızlıklarını kabul etmediler. Yılmadan çalıştılar; kişisel sınırlarını ortadan kaldırarak insan hayatında iz bırakan işlere imza attılar.
Siz, kendi izinize ne kadar
hazırsınız?
Anasayfa'ya Dön
YORUM YAZIN
Max. 255 karakter girebilirsiniz
Yorumunuz Alınıyor
Boş Yorum Gönderemezsiniz
YORUMLAR
Hiç Yorum Yok