Turnikelerden ruhumuz da geçer mi?
Plazalara, ofislere, toplantı odalarına adım attığımız andan itibaren öyle bir karmaşanın içindeyiz ki, ruhlarımız geriden geliyor.
Son zamanlarda duyduğum en güzel sorulardan biri bu. Düşündürücü, kafa karıştırıcı ve sorgulatan… Büyük bir çoğunluk için 9-6 mesaisi ile geçen iş yaşamını bir düşünelim. Evlerimizden çıktığımız andan itibaren, ofislerimize ulaşabilmek için benzer bir çaba içerisindeyiz. Aynı kalabalık caddeler, her gün, aynı saatlerde çıkıyorsak bir önceki güne benzer bir trafik, aynı koşuşturma hali… Hep birlikte yolda harcadığımız saatler… Çalıştığımız katın düğmesine basıp yukarıya çıktığımız aynı asansör, asansörde aynı yüzler… Çoğu zaman gerekliliğini tartışabileceğimiz benzer toplantılar, aynı insanlarla, aynı saatte, aynı yerde öğle yemekleri… Birbirine benzer görünümlü insanlar ve yöneticiler… Turnikeden çıkış için kartımızı okuttuğumuz ana kadar, aynı rekabet, aynı çatışmalar, benzer mutluluklar, benzer hedefler…
Bir parça iç karartıcı göründüğünün farkındayım ama bu soruyu tam da bu sebeple önemli buluyorum.
Sahi turnikeden girerken, ruhlarımız da giriyor mu içeri?
Tutkularımız?
Duygularımız?
Hayallerimiz?
Korkularımız?
Yoksa kartımızı okuttuğumuz andan itibaren tüm bunları dışarıda bırakarak, günün içinde kayıp mı oluyoruz? Kendimize pek de benzemeyen bir maskenin ardında, ruhlarımızı geride mi bırakıyoruz?
Inka kabilesi için anlatılan bir efsane vardır. Kabileyi ziyaret eden ve Meksika’daki tapınaklara çıkmak isteyen bir grup arkeolog; yerlilerle birlikte yola koyulur. Bir süre yola devam ettikten sonra, yaşlı rehberin sebepsiz yere durduğunu ve beklediğini fark ederler. Arkeologlardan biri, rehbere yaklaşır, neden durduklarını sorar. Yaşlı rehber, gülümser ve şöyle der: “O kadar hızlı gittik ki, ruhlarımız geride kaldı, bu yüzden bekleyelim…Biraz bekleyelim…”
Efsanenin, günümüzdeki koşturmaya çok uygun bir hikâye olduğunu düşünüyorum. Plazalara, ofislere, toplantı odalarına adım attığımız andan itibaren öyle bir karmaşanın içindeyiz ki, ruhlarımız geriden geliyor. Hedeflere ulaşmaya, günü bitirmeye, anlık sorunları çözmeye, günü kotarmaya çalışıyoruz. Ama bu hareketliliğin içinde, kendimize sorular sormayı, kendimizi dinlemeyi, ne yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, nelerde iyi olduğumuzu, nelerde daha iyi olabileceğimizi, “gerçekte” ne istediğimizi, hatta mutlu olup olmadığımızı bile sorgulamayı unutuyoruz.
Aslında tam da bu yüzden, etrafımızda gördüğümüz çoğu yüz, “gülümsemez” görünüyor gözümüze. Bir dikkat edin, kaç kişi var iş çevrenizde mutlu olduğunu gördüğünüz? Gülümseyen? Ofise enerjiyle giren? Başına gelen günlük sorunları daha olumlu bir bakış açısıyla çözen? Tutkularını, duygularını, hayallerini ve korkularını paylaşan?
İş hayatına atılacak gençlere, (bundan belki 10 yıl öncesi için geçerli olabilecek) iki altın kuraldan bahsederdi uzun yıllar çalışmış ve emekli olmuş yaşı büyüklerimiz. En azından ben, bu öğütleri duyduğumu hatırlıyorum.
Anasayfa'ya Dön
- Doğru dürüst bir iş bulduysan, maaşın da yerindeyse, her ne olursa olsun mutsuzum, huzursuzum diye şikâyet etmeyeceksin, sadece çalışacaksın, mümkünse ilk girdiğin yerden emekli olacaksın.
- Seni adam yerine koysunlar istiyorsan, duygularını, sorunlarını kapıda bırakıp, iş yerine öyle gireceksin.
- Anı, başlarına gelen durumu, koşulları, olanları “SORUN” olarak değil, “SORU” olarak ele alıyorlar.
- Rutinlerini zaman zaman bozmak için çaba içerisindeler. Her günü aynı geçirmeyi reddediyorlar.
- Duygularını daha net ifade edebiliyor ve bunu güçsüzlük olarak görmüyorlar.
- Eylemsiz şikâyetin sonsuza kadar sürebilecek bir girdap olduğunun farkındalar.
- Olayların gidişini değiştirmek için sorumluluk almaya istek duyuyorlar.
YORUM YAZIN
Max. 255 karakter girebilirsiniz
Yorumunuz Alınıyor
Boş Yorum Gönderemezsiniz
YORUMLAR
Hiç Yorum Yok