Olmak İstediğin Gibi Görün

A. Selim Tuncer “Ben kendi payıma hep insanın neyse o olduğunu ve olduğundan başka türlü gözükmemesi gerektiğini söylemişimdir. Oysa Oliver bana bu konuda hep karşı çıkmış ve insanın kim olduğunu iddia ediyorsa o kişi olduğunu söylemiştir.” Geçen ayın ortalarında, 1 Kasım seçimlerine yönelik siyasi kampanyalar kapsamında HDP’nin “İnadına” adlı reklam filmi mecralarda dönmeye başlayınca Facebook ve Twitter’da “HDP, beyaz Türkler(!) ile kurduğu ilişkiden ilk kez kendilerini (hatta diğer siyasi partileri de) aşan bir yaklaşım, söylem ve estetik çıkarmış bulunuyor.” şeklinde bir tepki vermiştim. Muhteşem bir iş olduğu söylenemese bile, HDP’nin daha önce yapt(ırd)ığı filmlerle karşılaştırıldığında çıtanın epeyce yükseldiği, hatta bunun “propaganda”dan “reklam”a geçişin ilk işareti olduğunu söylemek mümkündü. Facebook’taki ilk tepki şuydu: “İnadına denmişse bu evrensel kavramların başına, anlaşılmamış demektir özü... Hocam bir de estetik demişsiniz ya, çok şaşırdım.” Şöyle cevapladım: “Anlaşılmıştır veya anlaşılmamıştır demedim ki ama. Başka bir şey söylüyorum ve estetik vs. konusundaki çıtayı da ‘kendilerini aşan’ ifadesinin işaret ettiği bir yere koyuyorum. Bu arada, nerdeyse ‘körü körüne HDP’ anlamına gelecek ‘İnadına HDP’ sloganı da bu filmle yumuşatılmış oluyor, çünkü ‘inadına barış, inadına kardeşlik’ dendiğinde oradaki negatif inat, bir çeşit pozitif ısrara dönüşüyor.” Başka birçok tepki de oldu tabii, ama önemli olanlardan biri de şuydu: “Selim Bey, kendini aşan söylem söylemiş olmak ne kadar önemli? Siz reklamcısınız, inandırıcı olmayan söylem başarılı sayılır mı?” Hiç aklımda işi buralara getirmek yoktu başlangıçta, laf lafı açınca onu da şöyle cevapladım: “Belki olmak istiyorlardır. İyimser bir bakış açısıyla Cemil Meriç’in şu sözünü buraya alayım: ‘Bana hakikati değil, muradını ver. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil. Çünkü, her yalan bir yaratış.’ Neyse, tabii ki olmak istedikleri bu mudur, bilemem. Keşke öyle olsa.” Bu cevap beni daha once bu sayfalarda yayımlanmış “Marka ve Persona” başlıklı yazıma götürdü. (http://goo.gl/88O9lA) “Persona, Carl Gustav Jung’un psikanalitik kuramında kişiliği oluşturan arketiplerden biridir, insanların toplumda kabul görmek, çevreden onay alabilmek için takındıkları maskedir. Aslında tek bir maskeden değil, maskelerden söz etmek daha doğru olur. Çünkü insan, hayatta birçok maskeyi aynı anda kullanmak zorundadır. Evde başka, işyerinde başka, tatilde başka, mabette başka maskeler takar. Pijama ve terlikle işe gelmediğimiz gibi, evde ailemizle ilişkilerimiz, çalışma arkadaşlarımızla olan ilişki biçimlerimizden farklıdır.” Jung’a göre toplumsal yaşam, toplum bireyden ne istiyorsa ona göre davranması üzerine kuruludur. Böylece bireyin bazı çıkarları güvence altına alınmış olur. Aynı zamanda çevresel tehlikelerden de kendini bu yolla korur. Bireyde kendisinden beklenenlere uygun davranma, toplumsal beklentilere uyum sağlama yönünde bir eğilim vardır. Toplum da bireyi taktığı bu maskelere göre değerlendirir. Bu bakımdan persona, işlevsel bir maskedir. Jung’a göre birey eğer bir toplum içinde yaşıyorsa personalarını takmaması mümkün değildir, çünkü personalar dış dünya ile sağlıklı ilişkilerin sağlandığı bir gerekliliktir. Personayı, bir ikiyüzlülük olarak görmek yanlıştır, ikiyüzlülükle persona arasındaki farkı belirleyen şey de yine toplumun değer yargıları arasında gizlidir. (…) Hepimiz biliyoruz ki, markaların fabrikadaki (veya her neredeyse) personalarıyla raftaki veya tüketiciyle karşılaştıkları yerdeki personaları da birbirinden farklıdır. Marka için persona, aslında tam da kategorinin özünü oluşturur. Her birey gibi her marka da personasının özgün ve kendine ait olduğunu sanır, oysa başka markaların kullandığı personalar da bir diğerinin aynıdır. Bu bağlamda, nasıl her birey kabul görmek ve onay almak için toplumun istediği, benimsediği personaları takıyorsa markalar da temel olarak benzer personalara ihtiyaç duyarlar.” Ünlü İngiliz romancı Julian Barnes, “Seni Sevmiyorum” adlı romanında kahramanı Stuart’ı şöyle konuşturur: “Ben kendi payıma hep insanın neyse o olduğunu ve olduğundan başka türlü gözükmemesi gerektiğini söylemişimdir. Oysa Oliver bana bu konuda hep karşı çıkmış ve insanın kim olduğunu iddia ediyorsa o kişi olduğunu söylemiştir.” Cemil Meriç’in “Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil.” sözünü bağlamından biraz koparmak ile bu sözü Alev Alatlı gibi kuantum gerçekliğiyle bağdaştırmak arasında bir fark yoktur herhalde. Sonuçta, “bağlam”a gitmek isteyenler Bu Ülke’ye başvurabilirler. Alatlı, “Bana hakikati değil, muradını ver. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil. Çünkü, her yalan bir yaratış.” sözünün “kuantum gerçekliği ile tuhaf, şaşırtıcı hatta tekinsiz bir biçimde örtüşen bir cümle” olduğunu söylüyor. Oysa ben, şu an için, çok daha yalın bir yerden bakmak istiyorum. Biliyorum, “Olmak istediğin gibi görün.” sözü hemen Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” sözünü düşürdü zihninize. Alis Harikalar Diyarında adlı romanında Lewis Carroll da Mevlana’nın izinde gibidir: “Seninle aynı fikirdeyim,” dedi düşes, “ve buradan çıkaracağımız ders -‘göründüğün gibi ol’- ya da daha basit bir şekilde söylemek gerekirse, ‘kendini başkalarına göründüğünden ya da görünebileceğinden farklı biri olarak görme ki, başkaları da seni başkalarının gözünde başka biri olmaya çalışan başka biri olarak görmesin.” Bu iki farklı yaklaşım arasında tezat var mıdır? Kısmen evet. Meriç’inki Mevlana’nın “olduğun gibi görünmek” tavsiyesiyle çelişiyor, fakat “göründüğün gibi olmak”la çeliştiğini söyleyemeyiz. “Olmak istediğin gibi görünmek”, her şeyden önce, önüne bir hedef koymak demektir. Bunu “mış gibi yapma”ya bağlayıp itibarsızlaştırmak belki de pek doğru olmayacaktır. Çünkü, “olmak istediğin gibi” göründükçe, “göründüğün gibi olmak” hedefini sürekli diri tutmak zorunda kalırsın. Yani, olduğundan daha iyi görün, sonra da göründüğün gibi ol. Ve her adımda “göründüğün gibi olmak” hedefine ulaştıkça, yeniden “olmak istediğin gibi görünmek” tavsiyesine uymaya devam edersen, sürekli “göründüğün gibi olmak” çabası içinde de olursun. Bu durumda “olmak” diye bir sonuç yoktur, daima bir “oluş/um” vardır. Bireyler için de (siyasi ya da ticari) markalar için de… Şimdi diyeceksiniz ki “Nasıl görünürsem görüneyim, göründüğüm gibi algılanacak mıyım?” E, o da başka bir yazının konusu.
 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER