ÖZEL SEKTÖR KAPSAYICI, SÜRDÜRÜLEBİLİR VE SORUMLU OLMALI
Global Compact'ın içine girebilmek çok zor değil, sadece bir mektubun altına imza atmaya bakıyor. Ondan sonrası çok önemli. Düzenli olarak her yıl kendinizi şeffaf bir şekilde raporlamanız gerekiyor. İlerlemenizi anlatmanız lazım.
UNDP ne zaman kuruldu? Kuruluş amacı nedir? UNDP ne yapar?
UNDP 1966’da kuruldu. Fakat özel sektör çalışmaları biraz daha yeni çünkü özel sektörden ziyade hükümetler arası bir kuruluş olarak UNDP, daha çok devletlerle çalışan, devletlerin ihtiyaç duyduğu teknik kapasiteyi sunma alanında uzmanlaşmış bir kuruluş. Temel misyonu gelişmekte olan ülkelerde ve az gelişmiş ülkelerde bu desteği sağlamak. Ama zaman içinde toplumun farklı aktörlerinin rolleri de anlaşılınca, yeni ortaklıklar kurarak projelerin uygulanma sorumlulukları bölüşülmüş. UNDP’nin özel sektörle nasıl ortaklıklar kurabileceğini düşünmeye başlaması 2000’li yıllara dayanıyor. 1999 yılında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Davos’ta yaptığı bir açıklama var. O açıklamayla Binyıl Kalkınma Hedefleri ilk kez duyuruldu ve 2000 yılında Binyıl Kalkınma Hedefleri, sekiz hedef olarak ilan edildi. Binyıl Kalkınma Hedeflerinin sekizincisi direkt özel sektörle işbirliği konusuna temas ediyordu.
Aynı yıl Küresel İlkeler Sözleşmesi (Global Compact) de duyuruldu. O bizim için çok miladi bir olaydı. Hiç mi daha önce işbirliği olmadı? Tabii ki, mutlaka oldu. Fakat daha çok özel sektörü güçlendirmeye dönük, insani gelişme boyutuyla sürdürülebilir büyüme nasıl olur, istihdam odaklı büyüme nasıl olur, bununla ilgili çalışmalar ve özel sektörü güçlendirici işler yapılmıştı. Ama Global Compact ile birlikte Birleşmiş Milletler yapısına, özellikle Binyıl Kalkınma Hedefleriyle birlikte, özel sektörle birlikte nasıl hareket ederiz, onların bir takım kaynaklarını da dâhil edip güç birliği yapıp etkiyi nasıl maksimize ederiz, diye bir felsefe geldi. Kaynak derken de tabii ki sadece finansal kaynaklar değildi kastedilen. Teknolojisi, know how’ı, insan gücü ile değer zincirinde oluşturdukları etkilerinden de bahsediliyordu. İşte biz bunun ilk uygulamalarını Global Compact’ı kurarak başlattık. Bu network’ü kurmak demek; bir yerde kolaylaştırıcılığını yapıp kalkınma konularını özel sektörle tartışmak anlamına geliyordu. Biliyorsunuz, o ilkelerde eyleme dönük alt gruplar da var. Suyla ilgili olsun, iklimle ilgili olsun, yolsuzlukla mücadele olsun. Bu temel prensiplerin yanı sıra daha aksiyona dönük uygulamalar da var. Düzenli olarak yapılan toplantılar, ulusal buluşmalar, küresel buluşmalar, büyük zirvelerde özel sektör ve devlet başkanlarının bir araya gelmesi gibi çalışmalar da yapılıyor. Bunların ciddi bir takım sonuçları var. Bu sonuçlardan bence en önemlisi, devleti, özel sektörü, sivil toplumu ve üniversiteyi bir araya getiren bir takım projelerin yapılması. Bu tartışmalardan, kalkınma ile ilgili yaşanan zorluklara direkt çözüm getirmek için kamu-özel sektör işbirlikleri çıkmaya başlıyor. Biz, gelişmekte olan ülkeler içinde bu sürecin ilklerini yaşayan ülkelerden biriyiz. 2000’li yılların başından itibaren çok güzel işbirliklerine imza atmaya başladık. Ve portföy büyüyünce bunu biraz daha farklı bir şekilde kendi başına daha güçlü hareket edebilecek bir yapıda düşündük. Ben 2001’den beri yönetimdeyim. Bu süreci başından beri takip etme şansım oldu. En önemli aşaması da 2005 yılında özel sektörle ilgili çalışmaları bizzat yürütecek bir ofisin İstanbul’da açılması oldu. Bunu dünyada bir pilot uygulama gibi de düşünebilirsiniz, çünkü başkalarına da örnek oldu.
İstanbul’un seçilmesinin sebepleri nelerdi sizce?
İstanbul, bölgede başka ülkelere de örnek olabilecek bir potansiyele sahipti. Sadece bölgede de diyemeyiz, bir takım benzerlikler yaşayan başka coğrafyalardaki ülkelere de örnek olabilecek bir durumdaydı. Ayrıca, sofistike bir iş ortamı da vardı. Bizim başlamamız için bu işlere zaten niyet etmiş bir hareketin olduğu bir ortam da gerekiyordu ki işler daha hızlı ilerleyebilsin ve o hikâyeleri hızla başarıp anlatabilelim. Çünkü bizim yapabileceğimiz önemli etkilerden bir tanesi bu. Hikâyeyi oluşturup anlatabilmek, modeli paylaşabilmek, başka yerlerde de o modelin tekrarlanabilmesine sebep olmak. Tüm bu modellerden sonra ulaşılacak olan nokta, bir kamu politikasının harekete geçmesidir çünkü asıl o zaman etki oluşur. Bizim için her zaman en son nokta, “Başarılı olduk artık bu iş bizim üzerimizden çıktı, gidiyoruz” dediğimiz yerdir ve hakikaten düşündüğümüz gibi oldu. Birincisi; Türkiye, başka ülkelere çok güzel örnek oldu ve birçok ülke Türkiye’yi takip etti. Global Compact, çok az yerde kurulmaya başlamıştı. 2000 yılında network duyulsa da 2002-2003 yıllarında tek tük kurulmaya başladı ve biz network’ün kurulduğu ülkeler arasında hem katılım anlamında hem aktif olma anlamında ilk 10’a girdik. Bir takım yayınlar çıkarıyoruz, toplantılarımız çok güzel gidiyor, yürütme kurulu oluştu, projeler doğmaya başladı, o anlamda ilk başlayan olarak hep en üstlerde geliyorduk ve bu sürdürülebilir bir trend oldu.
Bizi olumlu örnek alıp gelişen ülkeler hangileriydi? Başarısız olanlar hangileriydi?
Şu anda dünyanın birçok yerinde Global Compact artık belli bir sistemde gidiyor. İlk örnek verdiğim dönem, biraz UNDP’nin çabalarıyla o ağ buluşmalarının başladığı yerler. Örneğin; Meksika'yı biliyorum orada bir hareketlenme olmuştu. Ondan sonra Bulgaristan’da, Romanya'da bir hareketlenme var, Polonya'da çok güzel bir hareketlenme vardı, Litvanya'da keza. Bazı ülkeler Avrupa Birliği’ne üye ülke olduktan sonra bizim kapsama alanımızdan çıktı.
Bir de gelişmiş ülkelerde, özel sektörün kendi kendine bir bilinçle hareket ettiği başarılı ülkeler var. Mesela; İspanya başarılıydı. İngiltere ve kuzey ülkeleri birlikte hareket etti. Tek bir network kurdular kuzey için ve onlar da bayağı başarılı oldu. Avrupa'da, Batı Avrupa taraflarında güzel gitmeye başlamıştı. Amerika biraz sonradan katıldı bu işlere.
Sizce neden Türk özel sektörü bu ilkeleri bu kadar çabuk benimsedi? Sonuçta iş adamına sorumluluklar yükleniyordu.
Doğru söylüyorsunuz. Öyle hassas bir dönemdi ki, elini taşın altına sokmak gerekiyordu. Bir takım taahhütlerde bulunup sonra bu taahhütlerin üzerinde durmak gerekiyordu. Türkiye'de bu cesareti gösterebilecek vizyonda olan şirketler varmış ki bu iş oldu. Mesela; ilk işbirliği yaptığımız şirketlerden birisi Koç Grubu’dur. Hatta Mustafa Koç'la o dönemin Genel Sekreteri Kofi Annan, New York'ta buluştu, el sıkıştı. Bunlar basın tarafından çok yakından takip edildi. Bunların da etkisi oldu. Koç Grubu, Koç ailesi ile birlikte çalışanlar veya ailenin içindeki şirketler bu mesajı direkt en tepeden vizyoner bir liderden aldılar.
Benzer bir şekilde Sabancı Grubu’yla çalıştık. İşte Doğuş, Eczacıbaşı, Borusan gibi birçok büyük, holdingleşmiş şirket vardı. Bu vizyona sahipmişler ki, tereddütsüz bir şekilde işin içine girdiler ve bunu aksiyona da döndürdüler.
Global Compact'ın içine girebilmek çok zor değil, sadece bir mektubun altına imza atmaya bakıyor. Ondan sonrası çok önemli. Düzenli olarak her yıl kendinizi şeffaf bir şekilde raporlamanız gerekiyor. İlerlemenizi anlatmanız lazım.
Şu anda raporlama içeriği birçok açıdan zenginleşmeye başladı. Şimdi bu entegre raporlama ile ilgili önemli niyetler var. Bu işin öncüsü olma cesaretini göstermek, bir yerde aslında mesajdı. Çünkü bu süreç 2000'lerin başından itibaren bir krize denk geldi. Türkiye'de ciddi anlamda bir reform çalışması vardı. Kamuda olan bu reform çalışması, özel sektörün işleyişini de etkiledi. Özellikle finansmana erişim anlamında, daha dışa açılma, yerel pazara değil dış pazara da dönük olma teşvikiyle birlikte kamu tarafından gelen beklentiyle, özel sektör bundan nasıl faydalanabileceğini düşünürken bu anlattığımız süreç de bir bileşen oldu. Burada sadece ekonomik göstergeler değil sosyal, çevresel birçok şey birden devreye girmeye başlıyor. Eğer ki siz ciddi regüle edilen bir pazarda, daha kontrol altında bir finansmana erişim çabası göstermeye çalışıyorsanız orada kendinizi daha iyi anlatmanız gerekiyor. Ekonomik göstergelerinizi değil sosyal performansınızı da daha iyi anlatmanız gereken bir noktaya gelindi. Dünya bu sıkıntıyı 2008-2009 sonrasında daha yoğun hissetmeye başladı. Biz daha öncesinden hissetmeye başladık. Artık daha dışa dönük bir ekonomi, daha ihraç yoğun bir çabaya girişiyorsak o noktada dışarıdan bir beklenti hissettik. Biliyorsunuz gene bizim için en büyük pazar Avrupa'ydı. Avrupalı alıcıdan bu tür beklentiler gelmeye başladı.
Belki yerel tüketici o kadar özel sektörün vizyonuyla eşit seviyede bakmıyordu hala olaylara. Aynı düzeyde ilerlemiyordu. Ama dış pazara ulaşmaya, özellikle Avrupa'ya ulaşmaya başladığınız zaman farklı bir profil karşılarına çıktı. Bu profil onların çalışma şekillerini değiştirmeye başladı. Bunu yapabilen bir yerde büyük avantaj sağladı yani ciddi bir rekabet avantajı sağladı. Günün sonunda özel sektör içinde önemli olan, kendi işlerini daha başarılı bir şekilde sürdürebilmekse, yapmayanlar da yapanların başarısını takip edince, hem bu sosyal uyumluluk anlamında hem bu kurumsal sosyal sorumluluk anlamında olsun, sürdürülebilirlikle ilgili bir takım düzenlemeler yerleşmeye başladı. Bir sindirme dönemi geldi arkasından. Birçok şirket bunu DNA’sına içselleştirmiş durumda. Bunun için bir takım danışmanlarla çalışıyor. Kendi birimlerini kuranlar var. Uzman personel istihdam edip çalıştıranlar var.
Ülkemizde özellikle son bir yıldır özel sektör, halkın onayıyla ilgili, katılımıyla ilgili sorunlar yaşıyor. Termik santral, üçüncü köprü, ormanların kesilmesi, zeytin ağaçlarının sökülmesi gibi konularla gündeme gelen şirketler, ister konsorsiyum olsun, ister kendi yatırımı olsun, ciddi sıkıntılar yaşıyorlar. Sizin bakış açınıza veya bulunduğunuz pozisyona göre bunu değerlendirecek olursanız bu yatırımlarda sorun nerede? Bir taraftan da ülkenin ihtiyaçları var çünkü, zincir nerede kopuyor sizce? Nerede hata yapılıyor?
Ben zincir kopuyor şeklinde görmüyorum, ben bunu çok güzel bir toplumsal bilinçlenme sürecinin bir parçası olarak görüyorum. Özel sektör, kamu kuruluşları, toplum, bunların her birinin bir duruşu olması gerekiyor. Duruşu olmaması kötü. Duruşunun olması da zincirin bir yerinin zayıfladığı anlamına gelmiyor. Aksine birbirinden öğrenmeyi de desteklemesi lazım bu sürecin. Tabii ki burada yapılan yatırımlar enerji ihtiyacını karşılamaya yönelik olabilir. Enerji ihtiyacını karşılamanın başka yolları da olabilir veya o yoldan enerji ihtiyacı çıkarılacaksa bunun için kullanabileceğiniz farklı farklı teknolojiler olabilir. Değişik konularda bakış açısı olan, uzmanlaşmış, işte bir takım sivil toplum kuruluşlarının olması, bir takım gözetim denetim organlarının olması o toplumun gelişmişliğini gösterir. Türkiye'de de bu süreçlerden, özel yapılacak yatırımlarla, buna cevaben bir takım beklentilerin ortaya çıkması, bunların tartışılabiliyor olması doğru noktada olduğumuzu gösteriyor. Tabii bu tartışmalar ekonomik performansı sekteye uğratacak şekilde olmamalı. Ekonomiyi de iyileştirecek şekilde olması gerekiyor. Ekonomik performansı iyileştirmek ne demek; büyümenin sürdürülebilir bir şekilde yapılması demek. Çok kısa sürede çok hızlı, birkaç yıl içinde yaptığınız büyüme, arkasından büyük sıkıntılara sebep olacaksa, kaynaklarınız tükenecekse, çevreyi tahrip edecekseniz, toplum yoksullaşacaksa, siz buna güzel bir ekonomik performans diyemezsiniz. Sadece o dönem için bir yatırım yaptık, işte inşaat odaklı bir büyüme yaptık, göstergelere göre de şuradan şuraya çıktı demiş olursunuz.
Mesela Global Compact burada nasıl iyi çalışabilirdi?
Bu bir network, bir takım ilkelere dayalı, kamu-özel sektör işbirliği içinde sürdürülebilir bir ekonomiyi desteklemesi gereken bir network. Buradaki en önemli unsur diyalog sürecidir. İhtiyaç duyulan bilgilerin paylaşılabilir olması önemli. Şeffaflık önemli. Bir takım aksiyona yönelik odaklanmış çalışma gruplarının olması önemli. Ama en önemlisi aktörleri bir araya getirip diyalogu kolaylaştırmak. Global Compact tarafsız, bağımsız bir kurum olarak, bu kolaylaştırıcılığı yapıyor. Onu farklılaştıran özel sektörü odağına alması.
Yani en başından diyalogla ilerlemeli diyorsunuz. Özel sektör için bu önemli bir mesaj çünkü.
Özel sektörün işini yapabilmesi için de önemli. Sürdürülebilirlik derken biz kaynakların sürdürülebilirliğini düşünüyoruz. İçinde yaşadığımız gezegeni düşünerek, bize bu imkânları sağlayan doğayı düşünüyoruz. Bizden sonraki nesillere de aktarılsın diye düşünüyoruz. Ama özel sektörün de sürdürülebilirliği eşit derecede önemli. İstihdam sağlayan, değer oluşturan, insanların ihtiyacını karşılayan büyük oranda özel sektör. Günümüzdeki resim o. Şimdi dünyaya baktığınız zaman özel sektör yüzde 80’in üzerinde bir ekonomi oluşturuyor. Özel sektör ben şu işi kurayım, sonra üç yıl, beş yıl satış yapayım, paramı alayım, kapatırım sonra derse kendine de zarar verir, başkasına da zarar verir. Her girişin bir riski var ve kaynaklar tükendiği zaman hiç kimse bir yerde bulamayacak. Zaten kurumsal vatandaş olarak doğaya onlar da saygılı olmalı, gelecek nesilleri onlar da kaygıyla düşünmeli. Ama özel sektör olarak kendi işini düşünürse sonuçta birileri kar amaçlı bir araya gelip kendi tasarruflarını oraya yönlendirdiyse oradan daha fazlasını nasıl kazanırım onu da düşünmesi lazım. Bu ikisi birbiriyle çelişmiyor, birbirini destekliyor.
Son dönemde tartışılan inşaat şirketlerinden size üyelik için başvuru olsa nasıl cevap verirsiniz?
Herhangi bir şirket Global Compact'a başvuru yaptığı zaman, başvuruyu aslında New York’a yapıyor. Yani genel merkeze. New York buradaki network’e yazıyor. Network’un buradaki yanıtı çok önemli.
Nasıl bir rapor süreci çalışıyor orada?
“Alın ya da almayın” deme yetkisine sahip olan bir raporlama değil. Global Compact’a, basından olsun, başka yollardan şirketlerin kendi beyanları olsun elde edilen bir takım bilgiler sunuluyor. Global Compact bazen şirkete oradaki soru işaretleriyle ilgili açıklama yapmasını istiyor ve aldığı yanıttan memnun kalmazsa almıyor. Böyle bir süreç var.
Sürdürülebilirlik anlayışı şirketlerin işleyiş şekillerini nasıl değiştiriyor?
Bence baştan aşağı değiştirmesi lazım, en alttan en üste kadar. Bununla ilgili de bir takım metotlar var. Biz bu toplam kalite yönetimi metodunu seviyoruz. Ona dayalı bir yönetim şekli oluştururlarsa bu iş daha da kolaylaşır.
UNDP’nin özel sektör kalkınma felsefesi bahseder misiniz?
Özel sektör kapsayıcı olmalı, sürdürülebilir olmalı ve de sorumlu olmalı. En özeti böyle. Sürdürülebilirliği zaten konuştuk. Kapsayıcılık anlayışı istihdam boyutunda ya da şirketin üretim aşamalarında yer almalı. Kadın istihdamı, engelli istihdamı, yoksul istihdamı. Siz nasıl onlarla o değeri paylaşıyorsunuz, nasıl onları o toplumu güçlendiriyorsunuz, onlar da çok önemli. Tüketici boyutunda da kapsayıcılık çok önemli. Her yıl milyonlarca insan yoksulluk sınırından çıkıyor, orta gelir düzeyine ulaşıyor. Özellikle Çin gibi büyük nüfuslu ve hızlı büyüme trendi içinde olan ülkelerde yüz milyonları bulan sayıda insan yoksulluktan çıkıyor.
UNDP olarak ajandanızda neler var, şirketlere neler tavsiye ediyorsunuz?
Biz UNDP olarak kalkınma konusunda uzmanlaşmış bir kuruluşuz ve yerel çalışıyoruz. Küresel bir örgütüz ama yerel personelle yerel operasyonlar yürütüyoruz. Kalkınma konusunda uzman kadrolarımız var. Şu anda yeni bir yapılanma süreci içindeyiz. Ama temel odak noktamız sürdürülebilirliği oluşturan üç faktördür. Özel sektör bir kere bizden o know how’u alıyor. Kalkınmacı uzmanlığını kazanıyor. İkincisi, uluslararası olmaktan kaynaklı deneyimlerimiz var. Başka ülkelerden deneyimlerimiz. Örneğin, Türkiye'de henüz düşünülmemiş hayata geçmemiş ama Brezilya’da yıllar içinde olgunlaşmış öğrendiğimiz bir bilgi vardır. O deneyimleri paylaşabiliriz. Bir de yaygınlaştırmada da önemli bir kurumuz. 170’den fazla ülkede ofislerimiz çalışmalarını sürdürüyor. Örneğin; Visa Europe’la birlikte finansal okuryazarlık projesi yapıyoruz. Romanya'da bu projenin tanıtımını yaptık. Orada proje hayata geçti. Başka ülkelere de gitmeye başladı. Türkiye'de doğmuş, ihraç edilmiş proje fikirleri var. Dördüncü olarak söyleyebileceğim şey ise proje yönetimi konusunda çok disiplinli bir sistemimiz olduğu. Biz aynı zamanda proje yönetim kurumuyuz. İstenildiği noktada düğmeye basıp, istenilen raporu üretme potansiyeline sahip bir uygulama var. Bunu sadece finansal yönetim anlamında demiyorum. Sadece bütçe yönetimi anlamında demiyorum. Her bir proje ulusal ve uluslararası bir takım amaçlara hizmet ediyor. Bütün bunların neticesinde bizim projelerimiz genel bir amaca hizmet ediyor. Özel sektör buna katkıda bulunmuş oluyor. Şimdi gidip bir okul boyayabilirsiniz. Ama bir okul boyayarak nasıl bir katkıda bulunuruz? Nasıl bir ulusal plana, programa veya stratejiye katkıda bulunuruz? Bu uluslararası olarak ne ifade ediyor? Okul boyamakla tam istediğiniz çözüme ulaşmıyorsunuz. Onun yanı sıra yapılması gereken başka şeyleri de düşünmek gerekiyor. Orada kalkınmacı uzmanlığı devreye giriyor.
Ama markanın amacı adından iyi söz ettirmek olabilir değil mi?
O tarzda düşünenler bizimle çalışamaz. Markanın amacı PR ise, iletişim amaçlıysa bizimle çalışamazlar. Bizim için önemli olan proje sonucunda Türkiye'de şu oranda şu etki oluşacak veya bir kalkınma politikası çıkacak, değişime sebep olacak öneriler çıkacak veya küresel çapta yapılan bir çalışmada, sayıda, oranda bir değişim söz konusu olacak. Bu etkiye bakıyoruz. Projenin hayatı boyunca da o kadar çok dinamik var ki. Sizin aktivitelerinizi bir daha bir daha gözden geçirmenize sebep oluyor.
Siz bir sürü projede önemli roller üstlendiniz bugüne kadar. Şöyle bir baktığınız zaman şu proje çok güzel oldu dediğiniz, kalkınmaya en çok şu faydalı oldu diye düşünüyorum dediğiniz, en içinize sinen proje ne oldu?
Ben şu ana kadar bir bilişim ve kalkınma programı yürüttüm. Bununla ilgili olarak Cisco, Intel, IBM, Vodafone, Microsoft gibi firmalarla ayrı ayrı projeler yaptım. Ve bundan çok memnunum çünkü ciddi sektörel bir birliktelik var, dayanışma var bu konuda. Türkiye'de rekabet içinde olduğunu zannettiğimiz firmaların bilişim ve kalkınma olsun diye güç birliği yaptığını görüyoruz. Bu hoşuma gidiyor. Ama Türkiye buna rağmen bilişim ve kalkınma yolculuğunda maalesef istenilen noktada değil. İnovasyonda gerideyiz. Finansal okuryazarlıkta gerideyiz. Yoksullukla mücadele için finansal bilinç, finansal okuryazarlık, finansal katılım çok önemli.
Bir şirket size başvurmadan önce size hangi hazırlıklarla gelmiş olmalı, sizden neleri almalı? Siz bir şirketin başkanı olsanız nereden başlardınız?
Birinci adım bir paydaş diyalog etkinliği düzenlemek olur. Beklentileri bir anlayabileyim, başkalarından beni bir dinleyeyim diye. Paydaşlar sadece kendi sürdürülebilirlik konularına hâkim mi değil mi? Onu tartarım. Tartışmanın odağı, şirket olarak nasıl daha sürdürülebilir olurum? sorusu olur. Toplantı serileri başlatırım, sonra devamını getiririm. Ve kendimi bir sonraki toplantılarda ifade etmeye çalışırım. Bunu çok düzenli hale getirebilecek bir paydaş diyalog programı kurarım, ilk adımda bu olur. Oradaki beklentilerin ışığı altında kendi iç kapasitemi geliştiririm. Neye ihtiyaç duyuyorum? Bir uzmanlığa mı ihtiyaç duyuyorum, özel bir birime mi ihtiyaç duyuyorum, yönetim kurulunda biri mi olsun veya CEO ofisinde mi biri olsun? Hepsini iyice tartarım.
Kapasite geliştirmeden sonra bir takım düzenlemeleri hayata geçirecek adımları atmaya başlarım. Her şirket için değişir bu. Kendime özel, en iyi sistemi kurmak için bir yatırım yaparım. Bu işin bütçe boyutu da önemli bence. Yaptığınız yatırımın maddi olarak karlılık şekline geri dönüşünün kısa vadede olmayacağını düşünmek büyük bir hata. Bunu uzun vadede önemli bir getiri olarak düşünüp ciddi bir yatırım yapmak lazım. Bununla ilgili de sistemi kurmak lazım. Bunun için de her bileşende bütün iş süreçlerinde bu hareketlenmenin olması lazım. Tek bir birimin, iletişim departmanının, bu işle uğraşmasını istemek doğru değil. Burada çalışan katılımı da çok önemli. Genelde göz ardı edilen şeylerden biri de bu.
Bütün kademelerde çalışan katılımını maksimize edecek biçimde olması lazım. Bu aslında işin çok önemli bir parçası. Sadece dışa dönük bir mesajla bu iş çözülebilir diye düşünmek büyük bir hata. Ve her kademedeki insanın bu konuyla ilgili şirket adına konuşabiliyor da olması lazım. Bence şirketin her bir çalışanı büyük bir gururla şirketinin politikasını anlatabiliyor olmalı. İşte orada eğitimler devreye giriyor. Bu iç mekanizmaları kurarken zaten kendiliğinden şirketin kendi çalışma konusuyla ve kendi etki alanı içinde yapması gereken işler belirginleşmeye başlıyor. İlgili çözüm geliştiricilerle işbirliği yapmak da önemli. Bu geliştiriciler sivil toplum kuruluşları ya da kamu kuruluşları olabilir. İşbirliğini geliştirirken her zaman kafanızda şu olmalıdır: “Bu benim PR projem değil. Bu konuda bir sıkıntı var ben bu işle ilgili alakalı bir şey yapacağım, bu işe çözüm getirmek isteyenlerle bir araya gelip ben de nasıl katkıda bulanabiliyorsam o oranda katkıda bulunmalıyım.”
Türkiye'de genç nüfus çok, işsizlik yükseliyor. UNDP'de gençler için kariyer olanakları var mı? Projelerde görev alma şansları var mı?
Ben UNDP’ye 2001’de girdim. Ondan önce akademisyendim. BM'de çalışacağım, kalkınma uzmanı olacağım, düşüncesiyle eğitimini yapan, deneyimini kazanan kimseyi tanımadım. Ben de öyleydim, akademisyen olarak başladım. Geldiğimiz gün artık öyle değil, bize katılan gençlerin birçoğu kalkınma ekonomisi üzerine de yüksek lisansını yapmış oluyor veya çevre mühendisliği olsun, biyoloji olsun bir çevreyle ilgili konularda eğitim alıyorlar.
Siz ne tavsiye ediyorsunuz, neleri istiyorsunuz, ne çalışsınlar?
Şu anda geldiğimiz noktada bir takım fırsatlar var. Bir de Türk gençleri yeni yeni dışarı açılıyor. Bir dil sorunumuz vardı. Aile baskısı vardı. Onu da kırmaya başladık. Haiti de bir kriz mi çıkmış, gençler orada proje asistanı olarak iş hayatına başlayabiliyor. Çünkü nerede bir kriz varsa orada çok büyük ihtiyaçlar oluyor. O kanala girmek, o kariyer fırsatlarını yakalayabilmek daha da kolaylaşıyor. Gençlere onu da tavsiye edebilirim. Sınırlarımızda çok ciddi bir kriz var, eğer ben bu alanda çalışacağım diye düşünüyorsan, o zaman gidip orada çalışacaksın. İşin mutfağı orada. Yani çekinmeyeceksin, biz şu an Diyarbakır’a eleman için iş ilanı veriyoruz. Oralarda bir sürü ihtiyaç var.
Peki, bu konuda kendilerini hazır hissediyorlarsa nasıl bir adım atmalılar? CV mi göndermeliler? Projelerinize üye olup kendilerini mi göstermeliler?
Bizim istihdam politikamız standart. Bir takım ihtiyaçların tamamlanmış olması gerekiyor, ona göre biz kadroyu oluşturuyoruz, bütçeyi koyuyoruz, ilanı çıkıyoruz. Bu aşamaya kadar kişinin haberi olmaz ama ilk göreceği şey ilandır. Yani bilmesi lazım ki bu ilan çıktığına göre o işi yapmak üzere biri aranıyor. İş tanımını çok iyi okumalı, aranan nitelikleri. Eğer uymuyorsa hiç başvurmasın. Eğer ki uyuyorsa, bunu bir kariyer olarak gören kişi kendini bir alanda yetiştirir. Bu alanda kariyer yapmak isteyip de işsiz kalan çok olmaz ama ne olur iş beğenmez, iş seçer. Biz de mümkün olduğunca doğru kişiyi bulmak istediğimiz için bizim için de iyi bir özellik değil bu. Benim gençlere tavsiyem bir uluslararası deneyim de kazansınlar.
YORUM YAZIN
Yorumunuz Alınıyor
Boş Yorum Gönderemezsiniz
YORUMLAR
Hiç Yorum Yok