Kırmızıyla mavinin arasında bir mahzun mor

Doç. Dr. Emre Erdoğan

16 Nisan 2017’de, ülkemizi kökten dönüştürecek bir adımın atıldığına şahit olduk. Yaklaşık 150 yıldır denediğimiz, bir tür parlamenter sistemden resmi ismiyle “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine”, yani bir tür başkanlık sistemine geçiş yaptık. Bu radikal kararın sonuçlarını, kısmetse hep beraber göreceğiz. İleride de tarihçiler, ders kitaplarında anlatacaklar.

Halkoylamasının gerçekleştiği günden bu yana bireylerin neden “Evet” ya da “Hayır” kararı verdiklerine, hangi parti seçmeninin uslu çocuk olup liderinin sözünü dinlediğine, hangisinin haylazlık yapıp keyfinin istediği yönde oy verdiğine dair sayısız açıklama dinleme fırsatı bulduk. Elde sağlıklı bir şekilde derlenmiş bir veri olmadıkça, hangisi daha doğru test edemedikten sonra ne yazık ki bu açıklamaların hepsi aynı boş değere sahip. Bu konuyu da meşrebimizce dinlediğimiz sayısız masalın yanına koyabiliriz.

Gönül isterdi ki geçtiğimiz aralık ayında başlayan halkoylaması sürecini iletişimci gözünden, tarafların yürüttükleri kampanyaları karşılaştırıp değerlendirelim ve gelecek için çok değerli dersler çıkaralım. Ancak öyle bir zamanda, öyle kısa bir sürede gerçekleşti ki kampanyalar; hangi araç, hangi mesaj daha etkili oldu deme şansımız yok. Hele elimizdeki rakamlar doğruysa, seçmenler arasında kampanya sürecinde karar değiştirenlerin sayısı yok denecek kadar az. Anlaşılan, kampanyalar sadece seçmenlere pazar günü sandığa gitmelerini hatırlatmaya yaramış. Yüzde 86 gibi yüksek bir katılım oranı, bu kampanyaların eseri olsa gerek. Sandığa seçmenini götüremediği için seçim kaybeden siyasetçilerin olduğu bir çağda, en azından bu başarıya saygı gösterebiliriz.

Öte yandan, radikal değişikliğin sonuçları bu kadar öngörülemezken seçmenlerin kararlarını etkileyen faktörler bu kadar belirsiz ve spekülasyona açıkken ve kampanyaların bıraktıkları izler kardaki ayak izlerinden öte değilken halkoylaması sonuçlarının üzerinde düşünülmeye değer bir yanı daha var; nasıl bir dünya resmi çizdiği…

Aslında dünya hakkında çok fazla bir şey bilmediğimizi kabul ederek başlayalım. Atalarımızdan miras aldığımız havsalamız o kadar da geniş değil; gittikçe hızlanan ve sıkışan günümüz dünyasında yaşayıp gitmemize yetiyor sadece. Her gün bu kadar yoğun bilgi ve deneyim akışına şahit olduğumuzda, bütün gördüklerimizi yorumlayıp hazmetmemiz mümkün olmuyor. Dünya bize 4K görüntüler sergileyen bir televizyonsa, biz ancak çöp adam kalitesinde algılayabiliyoruz olan biteni.

Metaforlar neye yarar?

Bu yetersizlik içerisinde yaşayabilmemizi, beynimizin bize sağladığı kısa yollara ve iktisatlı araçlara borçluyuz. Karşılaştığımız durumları tarif etmekte kullandığımız metaforlar da varoluşumuzu borçlu olduğumuz araçlardan. Ünlü düşünür/dilbilimci George Lakoff’un bize gösterdiği üzere metaforlar sadece dil oyunları olmakla kalmayıp gerçekliği kolaylıkla anlamamıza yarıyorlar. Herhangi bir durumu bir metaforla tarif ettiğimizde, o durum beynimizde fiziksel bir gerçekliğe dönüşüyor. Lakoff’a göre bu dönüşüm, durumu yorumlamada vücudumuzun benzersiz deneyimini devreye sokuyor bu sayede daha kolay hazmedebiliyoruz.

Örneğin “sınıf atlamak” metaforunu düşünelim. Bir engelin üzerinden atlandığını canlandırdık, değil mi? “Tartışmalar alevlendi” dedi birisi; sıcaklığı hissedebiliriz oturduğumuz yerden. Futboldaki metaforları düşünün: hücum, savunma; politikadaki metaforları düşünün: cephe, hedef… Dil, bütün metaforlar üzerinde  düşündüğümüz şeyi başka bir şeye; kolaylıkla anlayabileceğimiz deneyimlere dönüştürüyor. Dünya, daha anlaşılır hale geliyor.

Eğer siz de benim gibi sonuçların açıklanmasını televizyon karşısında heyecanla bekleyenlerdenseniz; ilk sonuçlar öğrenilir öğrenilmez ekranlarımızda bir Türkiye haritasının belirdiğini, o haritanın zamanla renklendiğini, bazen mavi, bazen kırmızı olduğunu görmüşsünüzdür. Saatler ilerledikçe harita rengarenk oldu, boş yer kalmadı. Bazı yerleri önce maviydi, sonra kırmızı oldu, sonra yine mavi… Renkler haritada gidip geldikçe biz de ekran karşısında durumun nereye evrildiğini anlayabildik kendimizce. Sabah kalktığımızdaysa, hemen her ekranda neredeyse ezberlediğimiz o harita duruyordu. Eğer kırmızı “Evet” demekse genelde kırmızı bir harita, buna karşın kıyılara ve Güneydoğu’ya sıkışmış bir mavi görüyoruz. Yani tamamen ayrışmış, bölünmüş, duvarları mavi-kırmızı kontrastıyla çizilmiş bir ülke.

İşte uyandığımızda gördüğümüz bu manzara, bizim ülkemiz ve yaşamımızın geri kalanı hakkındaki algımızı belirliyor. Bir bölünmüşlük hissi olduğu kesin, maviler ve kırmızılar asla uzlaşmayacak iki kutbu temsil ediyorlar. Kırmızıdan maviye geçmek, bir duvarı atlamaktan daha zor. Bir türdeşlik hissi de var; sanki her il kendi içinde tartışmış da tek bir karar vermiş gibi. İstanbul maviyse, oradaki herkes mavi. Hemen yanında Sakarya kırmızı, o zaman Sakaryalılar da kırmızı. En önemlisi meşrebinize göre galibiyet ya da mağlubiyet hissi, “harita ne kadar da kırmızı” algısı, doğal olarak da “azınlık” ya da “çoğunluk” olmak. Bütün bunları, birkaç saniyede anlatabilen şey bir harita. Daha doğrusu, bir harita olarak seçim sonuçları metaforu… Bu metafor; bizlere ülkemizdeki karmaşık siyasal durumu kolayca aktarıyor, hazmetmemizi sağlıyor. 81 ildeki sonuçları, rakamsal olarak hazmetmekten çok daha kolay ve işe yarar olsa da yine de yanlış.

Renkler arasındaki geçiş bu kadar keskin midir?

Öncelikle, renklerin sadece mavi ya da kırmızı olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Haritacılar bir ilde “Evet” çoksa o ili kırmızıya, “Hayır” çoksa maviye bağlıyorlar. 85’e 15 de kırmızı boyanıyor, 51’e 49 da… Oysa “Evet” oylarının yüzde 85’e ulaştığı ilin tamamen kırmızıya daha yakın olması gerekmez mi? Tam tersine yüzde 85 “Hayır” varsa, o il de tamamen mavi olabilmeli. Ya 51- 49? Orada hem kırmızı hem mavi varken neden sadece tek bir renk görüyoruz? İkisinin de eşit olduğu, mora yakın bir renk olmalıydı değil mi? İşte bu haritalar, bize morları kaybettirip kırmızı ya da maviye mahkûm ediyorlar. Morun, açık mavinin ya da pembenin olmadığı haritalar; bölünmüşlük hissimizi pekiştiriyor, geçişliliği, bir renkten başka bir renge geçme olasılığını unutturuyor.

Şekillerin büyüklüğü de bir sorun. Her il, yüzölçümü kadar yer alıyor resimde. Nüfusu az da olsa çok da olsa oy kullananların sayısı değil, ilin ne kadar büyük olduğu belirliyor haritadaki yerini. Böylece, haritaya baktığımızda insanların değil toprakların temsilini görüyoruz. Algıladığımız çoğunluk/azınlık olma hissi, sadece bir yanılsamadan ibaret. Gerçek çok daha karmaşık.

Bu duruma aslında illerin düşündüğümüz kadar türdeş olmadıklarını, ilçelerin, mahallelerin, sokakların bile kırmızdan maviye bütün renkleri taşıdığını; hepimizin kırmızı ya da mavi arasında sıkışmadığımızı ve morlarla kuşatıldığımızı, hiç bize benzemeyenle iç içe olduğumuza da ekleyin. O gördüğümüz harita, ne kadar gerçekten uzak değil mi?

Eğer o haritayı gerçek olarak kabul edersek -ki çok daha kolay böyle olması- siyaseti de bu gerçeğin parçası haline getirebilir, yaşamımızı da kendimiz bir kabusa çevirebiliriz. Oysa gördüğümüz türde başka haritaların alışılmadık manzarası, çok daha geniş olanaklar sunabilir.

 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER