Kara Günlerde İletişim Kurabilmek

Doç. Dr. Emre Erdoğan Siz bu yazıyı okuduğunuzda 1 Kasım Genel Seçimleri çoktan geçmiş, kazananı-kaybedeni çoktan öğrenilmiş olacak. Eğer normal bir coğrafyada yaşayan normal vatandaşlar olsaydık, bu yazının içeriği de çok farklı olurdu. Bir başkanlık seçimi sonrasında iletişim meseleleriyle ilgili bir Amerikan vatandaşı ne yapar? Kampanyaları masaya yatırır, mesajları, mecraları ve stratejileri analiz edip gelecekteki yarışlar için kendisine ders çıkarır. Şimdiden sıkıcı geçeceği belli olan 2016 Başkanlık Seçimleri bile onlarca analiz yazısına, bir elin parmaklarını geçmez kaliteli yayına ve birkaç tane de siyasi aksiyon filmine gebe. Durum, demokrasinin rayında olduğu başka coğrafyalarda farklı değil. Seçim dönemleri siyasi iletişimle ilgilenenler için Le Mans yarışı kıvamında; en usta siyasetçilerin, siyasi danışmanların, iletişimcilerin ve kamuoyu araştırmacılarının rekabet ettiği ve evrimin en halis kurallarının çalıştığı ortamlar o seçimler. Oysa normal bir coğrafyada yaşayan, normal vatandaşlar değiliz; demokrasimizin hâli de adı geçen demokrasilerle kıyaslanacak durumda değil. 10 Ekim 2015 değil birkaç ayda, birkaç nesilde unutulması mümkün olmayan bir toplumsal travma, büyük bir acı yarattı hepimizde. Ve bundan sonra yaşananlar da bu acının gölgesi altında başka bir şekilde yaşanacak. Bütün yaşamımız 10 Ekim 2015’ten sonra geri dönülemez şekilde değişti, ne zaman iyileşiriz bilmiyorum. Bu şartlar altında seçimler de, kampanyalar da, oy verme davranışı da kökten değişti, başka ve öngörülemez bir hal aldı. Hepimiz 2 Kasım sabahı uyandığımızda kavramakta zorluk çekeceğimiz bir dünyaya uyanacağız, son bir ayda olanları anlamamız ise çok uzun bir süre alacak. Böyle karanlık ve travmatik dönemlerde insanların doğal eğilimi içe kapanmak ve yasını kendi bildiği gibi yaşamak. Elimizdeki işler, yapmamız gerekenler, sıradan hayatımızın kahırları yaşanılan acıyla karşılaştırıldığında beyhude geliyor. Yaşadığımız dünya yeniden adil olana kadar susmak istiyoruz. Bireyler olarak bunu yapabiliriz belki ya da aramızdan küçük bir azınlık gündelik yaşamına ara verip acısını kana kana yaşayabilir, yasını tutabilir. Geri kalanımız gündelik kaygılarına, yaşamının acil küçük sorunlarına geri dönmek, her sabah yeniden uyanmak zorunda. Belki bazı markalar da susmayı başarabilir. Herkesin için kapkara olduğu günlerde şarkılı-müzikli, danslı-eğlenceli reklamlar hazırlamak, hangi şampuanın daha fazla yumuşattığını, hangi deterjanın daha fazla beyazlattığını ya da hangi içeceğin neşe getirdiğini söylemeye çalışmak pek mümkün olmasa gerek. Yine de dünya dönecek, o reklamlar yapılacak ve o mesajlar verilecek, kısa vadede sayıca az olsa da… Ama siyasetin susma şansı yok. Böyle kara günlerde insan olarak susmayı arzulasa da, siyasetçi de, siyasetçinin iletişimcisi de susma lüksüne sahip değiller. Vatandaşların algılarının keskinleştiği, dikkatinin yoğunlaştığı ve hakkında söylenen her sese kulak verdiği tek bir alan kaldıysa, o da siyaset alanı bugünlerde. Siyasetçi konuşmak, kendi konumunu belirlemek ve geleceğe dair birkaç kelam etmek zorunda. Çünkü hepimiz, diğerini; özellikle de siyasetçileri bugünlerde söyledikleri ya da söylemedikleriyle yargılamaya hazırız. Bu kara günlerde kendi doğrularına ve ahlakına uygun bir pozisyon alamayan siyasetçi; pembe günlerde ne kadar cıngıl döndürse, beyhude… Gideceği yer, wikipedia’nın karanlık sayfaları olur. Ne söyleyebilir siyasetçi bugünlerde? Ona gelmeden önce bu tür korkunç terör eylemlerinin bizlere ne yaptığına bir odaklanalım ki siyasetçi kiminle konuştuğunu iyi bir anlasın. Herhangi bir terör eyleminin geride kalanlarda bıraktığı en önemli duygu, korku. Yanlış bir ölümsüzlük algısını her daim yanımızda taşısak da ölümlü olduğumuz gerçeğiyle yaşamak zorundayız. Ancak sıradan hayatımızın bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu, bir gün bizim ve sevdiklerimizin de bir terör saldırısına hedef olabileceğini fark ettiğimizde korkuyoruz ve davranışlarımızı değiştiriyoruz: Alışveriş merkezlerine gitmiyoruz, toplu ulaşım araçlarından kaçıyor ve tatil planlarımızdan vazgeçiyoruz. Eylem ne kadar “bize” yakınsa, o kadar çok korkuyoruz. Korktuğumuzda, biz, “biz” olmaktan çıkıyoruz. Korkarken dünyayı başka bir biçimde algılıyoruz, tehditler daha büyük, riskler olduğundan daha yüksek gözüküyor. Televizyonda, sosyal medyada tehditlerle ilişkin haberlere daha fazla kulak veriyoruz, yeni durumlara ve kişilere uyum sağlama yeteneğimiz azalıyor. Korktuğumuz zaman, yeni ve yabancı olan her şey, yaşamdaki her türlü belirsizlik daha tehditkâr geliyor bize. Böyle bir duygusal ortam, korkudan beslenen siyasi hareketler için çok bereketli. Vatandaşların korkularını körükleyen, ona korkusunun yansıtabileceği bir günah keçisi sunabilen ve intikam sözü verebilen siyasetçiler bu korku ortamını kendi lehlerine kolayca çevirebiliyorlar. Bütün dünyada aşırı sağ örgütlerin bu tür korku dönemlerinde palazlanması şaşırtıcı değil tabii. Bu tür örgütler korkudan beslenirler ve korkuyu beslerler. Yaşamdaki ve siyasetteki duruşunu korkutmak yerine yaşatmak, daha iyi yaşatmak üzerine kuran siyasetçilerin işleri bu kadar kolay değil. Umut her ne kadar korkunun tam zıttıymış gibi sergilense de, çok daha farklı bir duygu. Korkmak neredeyse otomatik, hemen her canlıda rastlanan ve yaşaması için elzem bir duyguyken; umut edebilmek kayda değer bir bilişsel çaba gerektiren, insanoğlu da bir nebze diğer canlılardan ayırt edebilen bir şey. Korkan insanların kendisinin savunmaya çekilmesi, umut edebilmek için gereken bilişsel kaynaklara da ket vurduğundan; terör zamanlarında umut edebilmek çok daha zor. Susmayı ya da korkutmayı tercih etmeyen siyasetçimiz ne yapacak o zaman? Sorun sadece bir seçim kaybetmek değil; yaşamını ve iddiasını üzerine kurduğu temeller sarsılmakta, asla bir daha onarılması da mümkün değil üstelik. Böyle bir durumda bebek adımları atılması gerekiyor. Önce acının kabullenilmesi gerekiyor, üstelik sen/ben, biz/siz ayrımı yapmadan, “ama” demeden, şart koşmadan ve bedel istemeden. Siyasetçi yaşanan acıyı hissetmeli ve hissettiğini gösterebilmeli. Sadece siyasi aklın dayatmasıyla değil, insanlığın gereği olarak. Acının samimiyetle kabullenilmesi ya da yasa ortak olunması yeterli değil tabii. Kaybedilenleri geri getirmese de adaletin tesis edilmesi gerekiyor yas sürecinin tamamlanması için. Siyasetçi adalet arayışını benimsediğini ve bu arayışın bir parçası olduğunu iletmeli herkese. Adaletin gerçekleşmesi için samimiyetle her çabayı göstereceğine ikna etmeli vatandaşları. Ve tabii bu çabayı da göstermeli. En önemlisi siyasetçinin vatandaşları yeni, umut ve barış dolu bir geleceğin varlığına ikna etmesi gerekiyor. Korkunun algılar üzerindeki egemenliği süregiderken içi boş bir gelecek hayaliyle bunu başarması mümkün değil. Korkuyu tetikleyen olaylar kolay unutulmuyor, ancak bu olaylarla ilişkili yeni inanç ve değerlerin serpilmesini sağlarsanız başarılı olabiliyorsunuz. Siyasetçimiz de vatandaşlarda bu inançların doğmasını sağlayabilecek bir gündem ve çabayla ortaya çıkmalı ki başarabilsin. Eline güç geçmiş hemen herkes korkutarak yönetmenin ne kadar kolay olduğunu bilir. İlkokuldaki öğretmen, takımdaki antrenör, üniversitedeki hoca, işyerinde amir ya da patron; sopayla-tehditle istediklerini daha zahmetsizce yaptırabilir. Zor olan inandırarak ve paylaşarak benimsetebilmek. Bizi de ormanda böyle bir yol ayrımı bekliyor işte, korkunun güttüğü patikadan defalarca geçtik; diğer patikaysa hiç çiğnenmedi. Bir siyasetçi bizleri sonunda umudun beklediği o patikaya girmeye ikna edebilir mi? O ikna ederse, biz girer miyiz? Bence gireriz, yapabiliriz.
 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER