Doç. Dr. Emre Erdoğan: 10, 9, 8, 7...
Doç. Dr. Emre Erdoğan
Eğer iletişim bir bilimse, Clinton bu işi en bilimsel şekilde yapıyor ve bu bilimi icra edenler onun kazanacağından hem eminler, hem de kazanmasını istiyorlar ki paradigmaları boşa çıkmasın...
Amerika Birleşik Devletleri 2016 başkanlık seçimlerinin gerçekleşmesine çok az kaldı ve belki siz bu satırları okurken, ABD'yi ve dünyayı önümüzdeki dört yıl yönetecek Başkan çoktan seçilmiş olacak. Bütün tantana ve farfarasına karşın, Cumhuriyetçilerin öngörülemeyen adayı Donald Trump muhtemelen seçimi kaybetmiş olacak. Amerikan seçimlerinin çokbilmiş yorumcusu Nate Silver’ın son analizlerine göre Trump’ın seçimi kazanma şansı sadece yüzde 14... Bu olasılık Ağustos’un başında yüzde 49, sonunda yüzde 44 olduğuna göre, gerçek kampanya döneminin Trump’a yaramadığı kesin. Eğer anketçilere inanmıyorsak, kumarbazlara inanabiliriz. Yıllardır seçim dönemlerinde tahmin piyasası olarak işlev gören Iowa Election Markets’ta (IEM) Clinton hisseleri 0.78’den, Trump hisseleri 0.28’den işlem görüyor. Kazanan hisse başına 1 dolar alacağından, Trump’ın riski ve getirisi çok daha fazla. Bahis sitelerinde de Clinton’ın kazanma olasılığı daha yüksek görülüyor. Hal böyleyken, Trump’ın kazanması bir mucize gibi gözüküyor. Dava kapanmıştır.
Gerçekten de dava kapanmış mıdır? İnsanların ve kendileri de birer insan olan anketçilerin yanılma olasılıklarını bir kenara bırakalım. Daha önce İskoçya Bağımsızlık Referandumu, Brexit Oylaması, İsrail seçimleri ve bizim 2015 seçimlerindeki yanılgıları göz önünde tutulursa, seçim tahminleri konusunda anketçilerden çok kumarbazlara inanmayı tercih edebiliriz. Anket yoluyla toplanan veriden yapılan tahmin eninde sonunda bireylerin verdikleri yanıtların bir dizi işlemden geçirilmesiyle elde ediliyor. Denekten tutun, aradaki ağırlıklandırma yöntemlerine; anketörden, analizin siyasal eğilimine kadar birçok faktör devreye giriyor ve sonuç da bazen çok şaşırtıcı olabiliyor.
New York Times, geçenlerde dört iyi analist ekibine aynı veri setini verdi ve üç ayrı sonuç aldı. Bu akıl karışıklığının diğer veri setlerinde olmaması için bir sebep yok... Netice, anketler ve uzmanlar ne derse desin, bir “Siyah Kuğu” olarak Trump başkanlığının mümkün olduğunun altını çizelim.
Sonuç ne olursa olsun, Trump bu seçimleri kaybetse de Amerikan ve siyasi tarihinde iz bırakacağı kesin. Aday adayı olduğunda esamisi bile okunmayan birinin köklü Cumhuriyetçi Parti'nin adayı olması ve hatta kupanın tek kulpuna yapışması üzerinde durulmaya değer bir vaka. Trump’ın başarısının ve olası zaferinin nedenleri
çokça tartışıldı. Bu nedenler arasında sayılan Trump seçmenlerinin zeka düzeyi hakkındaki spekülasyonları geçelim, bazı çalışmalar Trumpseverlerin ortalamadan daha eğitimli olduğunu bile gösteriyor. Trump’a oy vermeyi tercih edenlerin faşist ya da ırkçı olduğu iddiası da yersiz; en fazla sıradan bir Cumhuriyetçi Parti seçmeni kadar ırkçılar. Otoriter eğilim açısından diğer adayları destekleyenlerden daha fazla otoriter de değiller. Belirsizliğe karşı daha dayanıksız, yeni fikirlere karşı daha katı oldukları ve en önemlisi terörizm ve benzeri tehditlerden daha fazla korktukları biliniyor. Göçmenleri sevmiyorlar, işlerinin ve yaşam kalitelerinin tehdit altında olduğunu düşünüyorlar. En önemlisi de, uzmanlara, Wall Street’e ve ana akım medyaya karşı da son derece alerjikler.
Trump ve ekibinin seçmenlerindeki bu duyguları Trump’a rağmen iyi kullandıkları ve adaylarını bugüne kadar getirmeyi başardıkları açık. Başkanlık seçim kampanyası döneminde Clinton toplamda 425 milyon dolar harcamışken, Trump’ın harcaması 127 milyon dolar. Trump medya alımına 25 milyon dolar ayırmışken (21 milyon dolar da “online” reklamlara), Clinton’ın bu kalem harcaması 141 milyon do- lar. Ve sanal dünyaya harcanan para 11 milyon dolar civarında. Clinton’ın yoğun harcamasına karşılık, Trump’ın medyayı bedavaya getirdiği ve Ağustos ayı itibariyle 3 milyar dolar değerin- de “media coverage” sağladığı söyleniyor. Tabii ki medyada her zaman olumlu yer aldığını söyleyemeyiz ve bu kadar çok yer almasını da sansasyonel söylemine ve daha önceden getirdiği ününe borçlu olduğu açık. Üstelik görünürlük her zaman satın almaya, bizim bağlamımızda da oy vermeye dönüşmüyor.
Kampanyalara baktığımızda Clinton’ın sadece kitlesel medya satın almasında değil, birebir temaslar açısından da Trump’a göre çok daha güçlü bir makineye sahip olduğunu görüyoruz.
Clinton’ın çoğunluğu kritik seçim bölgelerinde kurulu 489 saha ofisi varken, Trump’ın toplam ofis sayısı sadece 207. Obama’nın seçildiği 2012 seçimlerinde 790 saha ofisine sahip olduğu ve bunların 103’ünün sadece Florida’da kurulu olduğu göz önünde tutulursa, bu rakamlar pek etkileyici sayılmaz. Buna karşılık çoğu eyalette Trump afişlerinin bile görülmediği söylenirken, Clinton’ın bu kadar yaygın olması kayda değer. Özellikle seçime katılımın düşük olduğu bölgelerde gençleri ve etnik azınlıkları sandığa götürmek açısından Clinton çok daha avantajlı gözüküyor ki bu kesimlerin Clinton ve Demokratlara oy verme eğilimi daha fazla.
Üstelik 2008-2012 seçimlerinin kahramanı micro-targeting (mikro-hedefleme) konusunda da Clinton önde gidiyor. Ülkemiz yasalarıyla uygulanması zor bu yöntemde çeşitli veri tabanları birleştirilip seçmenlerin oy verme eğilimleri modelleniyor, böylelikle de seçmene yönelik kişiselleştirilmiş bir iletişim kampanyası yürütülebiliyor. Veri tabanları kredi kartı harcamalarından, trafik cezalarına ya da daha önceki seçimlerde oy verip vermediğine kadar sayısız veriyi içeriyor. Günümüzde bu veri tabanlarına sosyal medya davranışınızı da eklemek mümkün, attığınız “tweet” ya da bir Facebook paylaşımı sizi aniden Trump için “muhtemel seçmen” kategorisine düşürebilir ve kapınızı iki Trump gönüllüsü çalabilir. Seçim günü oy vermeye götürmek için. Tabii şahsınıza özel hazırlanmış broşürler ve aşk mektupları da cabası. Facebook ya da Google’ın sizin bütün sosyal medya davranışlarınızı gözlemleyerek size uygun haberleri ve sizin hoşunuza gidecek paylaşımları da gözünüze sokma olasılığını da ekleyelim. İşte bu “Büyük Birader” makinesini kullanmak konusunda Clinton, Trump’a göre çok daha etkin, özellikle de “millenial” denen 2000’li yıllarda sosyalize olmuş nesli hedeflmekte yoğun bir biçimde kullanıyor.
Özetle, Clinton kampanyası finansal kaynaklarının sayesinde medyada görünürlük sağlarken, Demokrat Parti’nin yaygın ağıyla kapı kapı dolaşıp kampanyasını yürütüyor. Mikro-hedefleme araçlarının ve sosyal medyanın da hizmetinde olduğunu söylenebilir. Buna karşılık Trump çok daha küçük bir bütçe ile beleş medya kullanımıyla kitlenin üzerine makineli tüfekle mesaj yağdırmakta... Üstelik mesajlarının çok nitelikli olmadığını da belirtmemiz gerek, iki tartışmada toplam 10 puan kaybettiğini söyleyenler var.
Eğer iletişim bir bilimse, Clinton bu işi en bilimsel şekilde yapıyor ve bu bilimi icra edenler onun kazanacağından hem eminler, hem de kazanmasını istiyorlar ki paradigmaları boşa çıkmasın... Ama çok da küçük bir olasılıkla, beklenmeyen gerçekleşip Trump kazanırsa; bildiğimiz siyasal iletişim paradigmalarını unutmaya hazır olmamız gerekir.
YORUM YAZIN
Max. 255 karakter girebilirsiniz
Yorumunuz Alınıyor
Boş Yorum Gönderemezsiniz
YORUMLAR
Hiç Yorum Yok