Çalınan Tarih: Sanat Hırsızlıkları
Kaçak çay ya da kaçak elektrik kadar basit olmayan bir kaçak türü bu. Kültür-sanat kaçakçılığının geçmişi binlerce yıl öncesine uzanıyor...
Hasan Mert Kaya
Başlarda savaşları kazanan orduların sanat eserlerini ganimet olarak bulundukları yerden alıp kendi ülkelerine götürmeleriyle başlayan eserlerin yer değiştirmeleri, özellikle 19. yüzyıldan itibaren başlı başına belirli bir faaliyet alanına dönüştü. 1204-1261 yılları arasında İstanbul’u işgal eden Latin Haçlı Ordusu’nun işgal sonrası İstanbul’un en meşhur anıtlarından Quadriga Heykeli’ni alıp Venedik’e götürmeleri hâlâ zaman zaman gündeme gelir. Bu atlar bugün St. Marco’da sergileniyor.
Rönesans’la birlikte Avrupa’da başlayan ve aslında tekil olarak gayet masum bir durum olan eskiyi merak etme, hayranlık duyma ve araştırma çabaları hızla bu eserleri edinme ve sahip olma tutkusuna dönüştü. Batı’nın savaşlarla Osmanlı coğrafyasında ilerleyip Mısır ve Akdeniz havzasında hakimiyet kurması; sömürgecilik ve işgallerle Orta ve Uzak Doğu, Hindistan, Güney Amerika ve Afrika’daki kadim medeniyetlerin eserlerini hızla ve büyük miktarlarda Avrupa’ya taşımasına yol açtı. Günümüz Avrupa Müzeleri, bu yönüyle sanatın uluslararası suç mahalleridir. Tek olumlu yönü ise, bu eserlerin ait oldukları topraklarda dönemlerinde koruma bilinci olmadığı için savaş ve yağmalarla büyük oranda yok olacakken korunarak bugüne erişebilmeleri.
Kültür-sanat kaçakçılığından en büyük zararı gören ülkeler şüphesiz kaynak, yani eser barındıran ülkeler. Afganistan, Mısır, Irak, İran, Suriye, Türkiye bu noktada en çok suiistimal edilen ülkeler. Kaynak ülkelerin kültür-sanat varlıkları ile ilgili durumun farkına varıp hassasiyet geliştirmeleri 19. yüzyılın sonlarına doğru başladı. Kaynak ülkelerin önlemler alıp eserlerin korunmasına dönük yasal düzenlemeler yapması karşısında eserlerin Batı’ya akışını sağlayacak yapılar; yani eser kaçakçılığı işi de oluştu.
Bu alanın en çarpıcı örneklerinden biri 1890 yılında İstanbul’a gelip diş doktorluğu yapan Fransız Albert Sorlin Dorigny’dir. Dorigny, Ayasofya Camii’nin padişah ve şehzade türbelerindeki eşsiz değerdeki çinilerin çalınmasını ve yerlerine sahtelerinin konulmasını organize eden isim. Saray mensuplarının da diş hekimliğini yapan Dorigny, sahip olduğu bu ilişkilerin sağladığı avantajla İstanbul’da her yere rahatça girip çıkmaktadır. Ayasofya ise özel ilgi duyduğu yerlerin başındadır. Buradaki çinilerin yıpranmış olduğunu belirtip, restore edebileceklerini söyleyen Dorigny, saraydan aldığı özel izin ile Sultan II. Selim çinilerini sökerek, onarmak üzere Paris’e götürür. Dorigny, çinilerin bir bölümünü restore ettirirken, önemli bir kısmını ise restore etmeden olduğu gibi Fransa’nın ünlü Louvre Müzesi'ne götürüp satar. Ardından da Osmanlı Devleti yetkililerinin bu yaptığını fark etmemesi için Fransa-Sevr'deki fabrikada, çinilerin sahtelerini ürettirip İstanbul'a gönderir. Sahte İznik çinilerinin türbelerde yerine konduktan bir süre sonra renkleri solar ve taklit oldukları anlaşılır.
Türkiye, Cumhuriyet döneminde de bu işin peşini bırakmaz ve çalınan çinileri geri ister. 2008 yılında Ayasofya'yı ziyaret eden Louvre Müzesi Müdürü Henry Loyrette, “Türkiye’nin iddiaları belgelenip ispatlanamaz. Eserler Fransız dişçiden yasal yollarla satın alınmıştır’’ diyerek eserlerin iade edilmesi talebini reddeder. Bu sanat hırsızlığı ile çalınan orijinal çiniler, Paris-Louvre Müzesi'ndeki İslam Eserleri Seksiyonu'nda, ‘Ayasofya Müzesi'nin haziresinde Sultan II. Selim Türbesi'nin çinileri' başlığı altında hâlâ teşhir edilmektedir. Türkiye’nin yaşadığı en büyük kültür sanat eseri hırsızlıklarından birisi de Homeros’un İlyada’sından yola çıkıp Truva’yı arayan Alman arkeolog Heinrich Schliemann’ın bulduğu eşsiz hazineleri kaçırmasıdır.
Aslında Heinrich Schliemann, bilimsel amaçlı çalışmalar yapan bir arkeolog olmaktan çok, eserleri mal gibi alıp satan uluslararası bir tüccardı. Truva’ya da toprağın altında kalan binlerce yıllık bir tarihi açığa çıkarmak gibi idealist gerekçelerden çok, bu topraklara ait olan hazineleri bulup çıkarmak ve elde etmek için gelmişti. En çok arzu ettiği şey ise mitolojiden, tarihten ve filmlerden tanıyıp bildiğimiz kahraman Hektor ve kardeşi Paris’in babaları olan Truva Kralı Priamos’un hazinesini bulmaktı.
Bir dizi girişimin ardından 1870’li yıllarda Osmanlı Devleti’nden bölgede kazı yapma izni alır Schliemann. Yöreden temin ettiği işçilerle hızla çalışmaya başlar ve yıllarca kazar Truva’yı. Sonunda bir gün amacına ulaşır ve Antik Truva Krallığı’nın hazine odasını açığa çıkarır. Osmanlı Devleti’nin tahsis ettiği Türk gözlemcilere rağmen Kral Priamos’un bu muhteşem hazinesini eşiyle birlikte Almanya’ya kaçırır ve bir süre sakladıktan sonra Berlin Arkeoloji Müzesi’ne bırakır. Osmanlı Devleti, Schliemann’a hazinenin iadesi için dava açar. Davanın sonucunda, Osmanlı Devleti 50 bin Frank tazminat kazanır ancak hazine geri verilmez.
Yıllar sonra II. Dünya Savaşı çıkar. Berlin’e giren Ruslar, Truva hazinesini alıp Rusya’ya götürür. Tarih adeta kendini tekrarlar. Aslında, Anadolu topraklarına ait olan bu büyük kültür-sanat hazinesi ne yazık ki Rusların savaş ganimeti olur. Çanakkale müzelerinde olması gereken bu değerler bugün hâlâ Rusya’da bulunuyor.
Savaş Coğrafyasında Eser Kaçakçılığı
Benzer örnekleri günümüze kadar taşımak çok kolay. Elmalı hazineleri, Zeugma mozaikleri, lahitler, heykeller, sikke ve cam eserler gibi küçük objeler saymakla bitirilemeyecek kaçırılan kültür varlıklarımız. Yakın dönemde komşu coğrafyamızda yaşanan savaşlarla oluşan otorite boşlukları da kültür varlıkları ticaretini ve kaçakçılığını artıran temel nedenlerden biri oldu. Irak ve Suriye’nin içi adeta boşaltıldı. Zamanında Mısır’ın yaşadığı talanlar misliyle bu ülkelerde de yaşandı.
Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri; 2018 yılında İŞİD tarafından ele geçirilen Suriye’nin, Roma dönemi muhteşem antik şehirlerinden Palmira’da yaşandı. Ömrünü Palmira’daki eserlere adayan arkeolog Dr. Halid Esad kaçırıldı ve İŞİD’in eline geçmemesi için sakladığı eserlerin yerini söylemediği için ömrünü adamış olduğu Palmira’da başı kılıçla kesilerek idam edildi. Cesedi parçalanıp Palmira’nın sütunlarında teşhir edilip çürümeye terkedildi. Antik kent bombalandı, iş makinalarıyla tahrip edildi. Tüm bunlar aslında bir gösteriydi. Yok edilmiş gibi gösterilen eserler aslında çoktan Batı pazarlarına doğru yola çıkmıştı. Servis edilen videolar ise sadece birer mizansenden ibaretti.
Tüm bu acı tecrübelerin ardından geldiğimiz noktada, sahip oldukları kültür varlıkları talan edilmekte olan ülkeler aldıkları önlemlerin yanı sıra, kaçırılan eserlerini geri alabilme adına gerek uluslararası hukukun tanıdığı imkanlara gerekse eserlerin bulunduğu ülkelerin idari ve hukuki yollarına başvuruyor.
Louvre Müzesi Eski Müdürü Kaçakçılıktan Gözaltında
Özellikle Türkiye ve ardından Mısır, yitik ve çalınan kültürel mirasının iadesi için ciddi çalışmalar yapıyor. Ülkemiz, geçtiğimiz son 3-4 yılda bu konuda ciddi başarılar elde etti. Kültür Bakanlığı’na bağlı olan Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün çabalarıyla çok sayıda eserin iadesi sağlandı. Birçok eserin iadesi için başlatılan girişimler de hassasiyetle takip ediliyor. Uluslararası yasa dışı kültür varlıkları ticaret ve kaçakçılığı sadece arkeolojik eserler alanında yaşanmıyor. Başta ünlü ressamların çalıntı tabloları olmak üzere, çok çeşitli modern sanat eserleri de bu yasa dışı faaliyetlerin ilgi alanına giriyor.
Geçtiğimiz günlerde de bu yasa dışı trafiği gözler önüne seren oldukça çarpıcı bir gelişme yaşandı. Dünyanın sayılı müzelerinden ve koleksiyonlarında dünyanın birçok farklı medeniyetine ait yüz binlerce esere ev sahipliği yapan ünlü Louvre Müzesi’nin eski Müdürü Jean-Luc Martinez’e kara para aklama ve tarihi eser kaçakçılığı suçlamaları yöneltildi ve bu iddialar ile gözaltına alındı. Martinez, uluslararası organize dolandırıcılık işlerinde suç ortaklığı yapmakla da suçlandı. Martinez’in özellikle Orta Doğu'da tarihi eser kaçakçılığına karıştığı için gözaltına alındığı öğrenildi. Bu kapsamda yine Martinez’in Birleşik Arap Emirlikleri’nin çok yüksek bir isim hakkı bedeli ödeyerek Abu Dabi’de açılmasını sağladığı Abu Dhabi Louvre envanterlerine usulsüz eser temini gerçekleştirdiği ve buna aracılık ettiği de iddia edildi.
Konuşulan rakamlar ise çok yüksek. Martinez, Mısır’dan kaçırılan ve ülkenin antik dönemine ait beş eser için düzenlenen sahte belgelere görmezden gelme ve bununla ilgili olarak da milyonlarca euro ödeme almakla suçlanıyor. Jean-Luc Martinez, 2013-2021 yılları arasında Louvre Müzesi'nde müdür olarak görev yapmış ve Fransa'da kültürel miras alanında uluslararası iş birliğiyle ilgili temsilcilik görevine de getirilmişti. Konu ile ilgili 2018 yılında başlatılan soruşturma hâlâ devam ediyor. Soruşturmanın yoğunlaştığı konular ise Mısır, Yemen, Libya ve Suriye’yi kapsıyor.
Yasal Tedbirler Önemli Ancak Yetersiz
Kültür varlıkları kaçakçılığı ve yasa dışı ticareti ile mücadelede yasal önlemler, eser talepleri ve bu süreçlerin takibi işin olmazsa olmazı ve doğal olarak bu mücadelenin ana omurgası. Ancak yapılması gereken en önemli işlerden birisi de eserlerin bulunduğu kaynak ülkelerde kamuoyu farkındalığı oluşturmaya yönelik sürdürülebilir adımların atılması. Okul çağındaki çocuklara verilen eğitimden, eserlerin bulunduğu yerlerde yaşayan insanları bilinçlendirici, farkındalıklarını artırıcı duyurular, bilgilendirme çalışmaları şart.
Türkiye yine son yıllarda bu çalışmaları da oldukça artırmış durumda. Müzelerle öğrencilerin ilişkilerinde, müzenin sürekli bir eğitim kurumu olduğu vurgusu sıklıkla yapılıyor, çok sayıda atölye düzenlenerek öğrencilere hem müzeleri sevmeleri hem de bilinç oluşturmaları için özel çaba sarf ediliyor.
Eksik olan ve iyileştirilerek güçlendirilmesi gereken en önemli noktalardan biri müze-koleksiyoner ilişkileri. Türkiye’de ne yazık ki koleksiyonerlerin bağlı bulundukları müzelerle ilişkileri zayıf. Resmî prosedür çerçevesinde rutin olarak gerçekleştirilen eser kayıt ve denetleme işlemleri haricinde, müze-koleksiyoner iş birlikleri ile sergi ve yayınlar yapılması, koleksiyonerliğin teşvik edilmesi, eser kayıt prosedürlerinin iyileştirilmesi, yurtdışından eser getiren koleksiyonerlerden gümrük vergisi ve benzeri diğer vergi ve rüsumların alınmamasının sağlanması hâlâ sağlanmış değil.
Türkiye’de koleksiyonerliği düzenleyen 2863 sayılı kanun, 1983 tarihli ve kırk yıl öncesine ait; yani askeri darbeden yeni çıkmış Türkiye koşullarında hazırlanmış bir yasa. Zaman içerisinde çeşitli tüzük ve yönergelerle iyileştirilmeye çalışılmış olsa da koleksiyonerlere dönük olumlu anlamda ciddi bir yenilik yapılmadı. Oysa Türkiye gibi kaynak ülkelerde koleksiyonerler, kültür varlığı kaçakçılığını önleme noktasında olumlu birer sünger doku teşkil eder. Devletin müzeleri ve kolluk güçleri ile yetişemediği birçok noktada özel müze ve koleksiyonerler eserlerin ülkede kalmasına katkı sunar. Koleksiyoner-müze ilişkilerinin geliştirilmesi bu nedenle önem taşıyor. Örneğin koleksiyonerlerin eserlerinin kaydı ve tescili için dijital bir uygulama geliştirilebilir. Böylece birçok kırtasiye ve bürokratik işlem hızla ve kolaylıkla çözülmüş; müzeler hem denetim ve kayda alma işleminde rahatlamış hem koleksiyonerler de eserlerini hızla müze envanterine tescil ettirmiş olurlar.
Bu noktada Avrupa Birliği içerisindeki Türkiye gibi eser kaynak ülkesi olan Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi ülkelerin yasal düzenlemeleri incelenerek iyileştirme ve uyumlaştırmalar yapılabilir. Ait olduğumuz toprakların bize emaneti olan kültür varlıklarını korumak ve bu değerleri kendi topraklarında koruyup kültür ve sanatta kaçakçılığı önlemek, gelecek nesillere olan bir borç. Giden eserlerin geri getirilmesi için gösterilen çabalar kadar, eserlerin yerinde korunmasını sağlamak ve eğitim kurumları, müzeler, halk ve koleksiyonerlerden oluşan tüm paydaşlarla safları sıklaştırmak anlamlı ve etkili olacaktır.
YORUM YAZIN
Yorumunuz Alınıyor
Boş Yorum Gönderemezsiniz
YORUMLAR
Hiç Yorum Yok