Bu da benim paket

Doğruya doğru, son on iki yılda memleket istikrarlı bir yönetimle buralara geldi. Ama aynı yöntemlerle orta gelir tuzağını aşmak ve sınıf atlamak da zor görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok hükümeti ekonomide fahiş hatalar yaptı. Otuz sene yüksek enflasyon ile boğuştuk, dünya büyürken krizlere girdik çıktık. Ülkenin genel geri kalmışlığı ve bu işleri bilmiyor olmamız, Türkiye’nin kafasını kaldırmasını istemeyen dış güçlerin varlığı veya ülkedeki siyaset kurgusunun kaliteli kadroların topa girmesini engellemesi gibi muhtelif nedenler konuşuldu durdu. Hala da konuşuluyor. Hal böyle olunca, Atatürk ve Özal gibi bir vizyoner dönüşüm yaratmasalar da, Menderes, Demirel, Erdoğan gibi ekonomiyi krize sokmadan götürenler de başarılı yöneticiler arasına adını yazdırdı. Doğruya doğru, son on iki yılda memleket istikrarlı bir yönetimle buralara geldi. Ama aynı yöntemlerle orta gelir tuzağını aşmak ve sınıf atlamak da zor görünüyor. Son açıklanan ekonomik paket de iyileştirmeler ve temennilerle dolu. Tartışma yaratan tek şey, servis araçlarının akıbeti oldu mesela. Ben de oturdum, paketin geri kalan fasılları için ilham verebileceğini düşündüğüm bazı fikirleri alt alta sıraladım. Türkiye’nin bugünkü fasoncu/müteahhit iş dünyasında yankı bulma olasılığı az biliyorum ama bilinmez, belki paralel düşündüğümüz birileri de çıkar. Aşağıda ilk on önerimi sıralıyorum. Kalanları “Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar mı? adlı kitabımın on birinci baskısında: Otomotiv. Türkiye otomotivde bir atak yapmalı ama bu, klasik sedan araba üretimi değil. Türkiye’de sedan otomobil üretilebilir ancak bu alanda ekonomik ölçeğe ulaşmak, satış dışında servis ve yedek parça ağını da kurup küresel devlerle yarışmak mümkün değil. Bunun yerine yapılması gereken, elektrikli, ya da genel anlamda yeni nesil araçlara yatırım yapmaktır. Ama benim aklımda başka bir şey var. Geçmiş yıllarda Temsa, Uzel ve Karsan ciddi ataklar yaptılar. Temsa’yı yakından izledim, Uzel için çalıştım. Her ikisinin de oluru vardı ancak nefesleri kesildi. Çünkü bundan sonrası büyük oyun ve orada büyük bir irade gerekiyor. Aklımdan geçen şu; Bu üçü bir holding çatısı altında birleşir ve devlet garantili hisse senetleri halka arz edilebilir. İş bir milli mesele olarak lanse edilip özellikle yurt dışındaki Türklerden sermaye sağlanabilir (mi?). Konut. Markalı konut döneminin geldiğini 2002 yılında yazan adamım. İki yıldır da bunun bittiğini, küçük ve orta boy projelerin, kentsel dönüşümün belirleyici olacağını, olması gerektiğini yazıyorum. Ama tüm sektör oyuncuları da devasa karma yaşam projeleri yapmak üzere örgütlenmiş durumda. Bu devler durumun farkında mı bilmiyorum. Umurumda da değil ama kamu yeni duruma uyanıp yeni şeyler yapmak zorunda. Daha küçük, daha az katlı, daha hafif ve ekonomik konutlar yapımını teşvik edecek altyapı kurulursa Türkiye bir on sene daha bu canlılığı sürdürür. Yoksa işimiz zor. Çünkü elli katlı binaların alıcısı da kalmadı. Raylı Taşımacılık. Kent merkezlerine yapılan dev binalar trafiği iyice kilitledi ve bundan dönüş yok. Bundan sonra toplu taşımacılığa ne kadar yatırım yapılsa karşılığı var. Avantası var mı bilmiyorum ama boş değildir herhalde. Ancak daha da önemlisi yurt dışına tren ile taşımacılık. Türk sanayicisi esas itibariyle fasoncu. O yüzden maliyetler çok kritik. Enerji, işçilik, hammadde maliyetlerinde bir rekabetçi avantajımız yok genel anlamda. Ama lokasyonumuz itibariyle taşımacılıktaki avantajımızı daha da artırabiliriz. TOBB’un BALO projesi var mesela ama ayağa kalkamıyor bir türlü. Devlet yeni şeyler düşünüp, yeni hatlar kurup desteklemeli. Bu işlerde ekonomik hacme ulaşana kadar bir destek gerekir. Sonrasında iş kendi kendini kurtarır. Çin-Rusya arasındaki 7000 km hızlı tren projesi Ekim 2014’te lanse edildi dünyaya. Duyurulur. Rusya. Onlarca müşterim için onlarca ülkede pazarlama çalışması yaptık. Rusya bunların hepsinden farklı çok özel bir pazar. Diğer ülkelerdeki gibi bir distribütör bulup fuarlara katılmak yetmiyor. Çok zorlukları, kendine has kuralları var. Ama başarırsanız da tadından yenmiyor çünkü çok büyük bir pazar ve hemen yanı başımızda. Rusya ile olan ilişkiler ticaret anlaşmaları yapıp heyetler göndermenin ötesine geçmeli. En üst düzeyde ele alınmalı, sorunlar üzerine cesaretle gidilmeli, belli garantiler verilmeli, vizyoner ve radikal işler yapılmalı. Bunun için siyasi riskler alınacaksa da alınmalı. Çünkü buna değer. Avrupa’da yapabileceklerimiz belli, Asya ve Amerika’da şansımız az, güneyimizde istikrar yok. Rusya tek başına büyük lokma. Ege. Komşumuz Yunanistan iyi durumda değil ve turizm dışında fazla bir açılımı da yok. Öte yandan biz de turistleri daha çok Antalya ve İstanbul’da ağırlıyoruz. Ege’nin potansiyelini iyi değerlendiremiyoruz. Önerim şu; Ege gibi dünya harikası bir yeri ikiye bölmek yerine bir bütün olarak pazarlamak. Ve hedef olarak da odaklanıp Çin’i seçmek. Çinliler için bir hayal tatili beldesi yapmak. Hükümetler bir araya gelip adalar ve kıyılar arasındaki serbest dolaşımı artıracak önlemler alacaklar ve Çin ile Ege arasında oluşturulacak hava köprüsüne bir süre destek verecekler. Gibi. Çay. Şuna emin gibiyim; Önümüzdeki yirmi yılda dünyanın kahve içen coğrafyalarında çay tüketimi patlayacak. Öncelikle de Amerika’da. Çay, insanları zinde tutan iki sıcak içecekten biri ve kahveye göre daha sağlıklı. Yani birileri bunu pazarladığında karşılığını alma ihtimali çok yüksek. Starbucks’ın geçen sene TEAWANA çay zincirini alması da bunun bir işareti. Şimdi mesele şu; Böyle bir şey olduğunda dünya Asya/Çin tipi bir çay kullanımına mı yönlendirilecek, yoksa biz de inovatif bir şeyler yapıp kendi çayımız için bir zemin oluşturabilecek miyiz? Göreceğiz. Türk Kahvaltısı da üzerine çalışabileceğimiz bir değer. Global bir proje hazırlanarak önemli dünya otellerinin menülerine Türk kahvaltısını sokmaları için teşvikler hazırlayacağız. Başarırsak, Türk zeytini, peyniri, simidi, çayı için kalıcı pazarlar yaratmış oluruz. Tabi bunu tutundurmak 3-5 yıllık ciddi bir çaba demek. Birkaç fuara katılıp yurt dışına heyetler göndermekten bahsetmiyorum. Bize kahvaltı gevreğini, kışın dondurma yemeyi, Japona kahve içmeyi nasıl öğrettiler? Öyle bir şey. Türk döneri ve Türk hamamı için de benzer önerilerim var. Sağda solda yazıp duruyorum. Fındık; Kavurup kavurup satıyoruz. Fındık temelli bir katma değerli ürün yaramadık. Çok uçmaya gerek yok, Amerikalının badem için yaptıklarına bakmak yeterli. Sonra, Limoncello gibi narenciye temelli bir milli içki, ülkemizin değerli bitkilerini kullanarak yapılmış sağlıklı-gazlı içecekler, sağlıklı çerezler…vs. vs. Futbol ve Süper Lig. Türkiye’de futbol büyük potansiyel ama bir yere gitmiyor. Avrupa’da şansı kalmayan futbolcular için bir emekli cennetiyiz ve bu dinamiklerle Avrupa’da ilk üçe girme şansı da yok. Daha önce de yazdım, ligimizi Asya ve Orta doğu’daki yeteneklerin kendilerini Avrupa piyasasına sundukları bir vitrin olarak kurgulayabiliriz. Bu da üzerine kafa yorulursa, belli teşvik mekanizmalarıyla yapılabilir bir şey ama on futbol yöneticimizden dokuzu bunu saçma bir hayal olarak görecektir. Biliyorum. Orta gelir tuzağını, fasonculuğu aşamamamızın nedeni de bu zihniyet zaten. Hafta sonu turizmi. İç piyasayı canlandırmanın bir yolu da bu ama inanan ve kafa yoran birkaç belediye başkanı var sadece. Türkiye’de insanların hafta sonu turizmi yapacağına inanmıyorsanız bir hafta sonu Eskişehir’e gelin ve hiçbir doğal-tarihi özelliği olmayan bu şehre insanlar nasıl akın akın geliyor, izleyin. Türk iş adamı gördüğüne yatırım yapar. Sanayici başkasının akıl ettiği ürünlerin fason üretimini yapar, inşaatçısı da birbirinin aynı projeler yapar durur. Şimdiye kadar yeni bir pazar geliştirmişliğimiz, mavi okyanuslara açılmışlığımız yok. O yüzden yukarıda yazdıklarımın fazla bir heyecan yaratmasını beklemiyorum. Eğer bazı kişilerden “görüşlerinin temeli nedir, kaynak göster?” şeklinde bir soru gelirse, cevabı başlığa yerleştirdiğimi belirtmek isterim.
 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER