Başbakan Gerçekten Anlamadı mı?

Sizi bu defa, bir Kerem Türkman yazısı okumaya değil; bir, Kerem Türkman okuması, yapmaya davet ediyorum. Oldum olası, geleneksel siyasetten nefret etmiş biri olarak;  toplum, akıl (strateji) ve iletişim çerçevesinde size, farklı bir okuma sunmak istiyorum. Önce bazı saptamalar yapalım. Bu saptamaları, aklımın ilhamları olarak kabul edin. Sonra, anlatacaklarım için, buradan yola çıkacağım:
  1. Politika bir kazanma oyunudur. Demokraside halk, ülkeyi idare edecek vekilleri, kendi arasından seçer. Politikaya girerken, mutlaka, ülkeyi idare etmek ,hedefiyle girilmelidir. Kazanma amacı olmaksızın, yapılan her politika, bir politikacılık (politikadan geçinme işi) olarak kalır. Ben, kazanma hedefi olmayan, hiçbir siyasi portreye veya argümana saygı duymam.
  2. Bir kez politize olununca, masumiyet kaybolur. Politika yapmak, seçeneklerden en az birine, katılmak demektir. İster tepeden insin, ister halkın arasında (sine-i millet) tayin edilsin; bir yön belirlemek, seçeneklerden birine katılmak demektir. Politikada bir yön belirlenince, diğer yönler reddedilir. Yönünüzü seçince; mutlaka, içinde yaşadığınız toplumda, sizin gibi düşünmeyenlerden ayrı düşersiniz. Her politize ortamda, bir öteki, mutlaka vardır. Bu da, fikrinizin veya kişisel duruşunuzun, masumiyetini ortadan kaldırır.
  3. Apolitik olmak karakter değil, bir duruştur. Son günlerde, çok duyduğumuz “filanca kuşak apolitiktir” gibi genellemeler, yanlıştır. Apolitik olmak, koca bir kuşağın karakterinden gelmez. Yaptığınız okuma ve düşüncelerin sonucu olarak, apolitik yaşamaya karar verebilirsiniz. Üstelik, apolitik olabilmek için, politik olanlardan, daha çok okuma yapmanız gerekir.
  4. Geniş halk desteği arayan politik liderler, keskinleşmek zorundadır. “O da olur, bu da olur, bakarız, tabii, neden olmasın, hay hay, elbette vs.” şeklinde bir idare tarzıyla; değil bir ülkeyi veya siyasi partiyi, bakkalı bile idare edemezsiniz. Bir lider, seçmen iradesini ikna etmek için; her konuda belirgin, net ve güçlü bir tavır, ortaya koymalıdır. Dünyada, sakin güç (soft power) olarak tanımlanan, bir idare üslubu gelişmiş olsa da; bizim gibi, ataerkil ve geleneksel yaşayan bir toplumda, sakin güç olarak, muhtar bile seçilemezsiniz. Sakin güç olmak; sadece aile şirketlerinde, patronun gözüne girip, kariyer yapmak isteyen, insanların işine yarar. Kariyer yapar; ama başka bir icraat yapamaz.
  5. Hayat ne dündür, ne bugün. Yarın da bizim değildir. Hayatta çok kez, size sunulanlar arasından, bir seçim yapmak zorunda kalırsınız. Doğruyu seçmek, diye bir şey yoktur; insan, ancak hatalarıyla birlikte insandır. Olup biteni, sadece düne (geçmişe ve tarihe) bakarak yorumlamak, yanlıştır. Bugün, nerede ve hangi durumda olduğunuz da, önemli değildir. Bugün, geçmiş zamandır. Yarın ise henüz içinde olup olmayacağımızı bilmediğimiz, bir varsayımdır. Yaşam, zamanın dışında gelişen, bir algısal oyundur. Siz, içine girer ve gerçekliğine inanırsınız. Bilgi denilen her şey, bu katarsisin bir sonucudur. Bilge ise, tüm zamanların dışında durandır. “Bir kez politize olununca, masumiyet kaybolur” sözümü bu açıdan da görebilirsiniz. Size sunulanlar dışında, bir seçenek mutlaka vardır. Bilgece bir itaatsizlik, çok geniş bir okumanın doğurduğu, üstün bir erdemdir ve gerçek özgürlük budur. (i)
  Gezi Parkı olayında, en çok neye şaşırdım? Halkın yönetime katılması modeli, durduk yere çıkmadı. Fransız İhtilali, kralın otoritesi yerine, halk egemenliğinin gelmesidir. Bu devrim, tek başına bir devrim değildir. Kendinden önceki, İngiliz devriminden ve 1776’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nden ilham almıştır. Tarihte ne zaman devrimler dönemi yaşansa, her ülkede bir yansıması görülmüştür. Sosyal medya devrimi, bilginin küresel dolaşımını ve yaygınlığını getiren, mobil devrim; milenyum kuşağının sınıfsızlık anlayışı, geniş özgürlükler ve inovasyon çağında olmamız gibi durumlar, tüm toplumları etkiliyor. Bugün, bizim ülkemizde, bu devrimleri anlamayan ve bu devrimin içinde doğan kuşakları aşağılayan, bir ‘eski kuşak’ var: Şirkette, yönetimde, kamu idaresinde, parti  ve devlet yönetimlerinde, her yerde. Vikipedi, devrim öncesinde, burjuvanın taleplerini reddeden, Fransız Kralı 16. Louis için şöyle diyor: “Merkezi otorite, ülkenin içinde bulunduğu  evrimsel süreci, kavrayamamış ve eski yöntemlerle, sorunları halletme yoluna yönelmek istemiştir”. Bunun sonucunda, ne olduğunu herkes biliyor. Gezi Parkı olaylarında da,  bildiğimiz  görüntü ve yaklaşım vardı. Hem protestocular, hem de karşısındaki emniyet güçleri, tıpkı 16. Louis için söylendiği gibi “eski yöntemlerle sorunları halletme” yolunu seçti. Her iki tarafın da eylem tarzına bakarsanız, bunu anlarsınız. Duvara “Çare Drogba” yazan her kimse, buna çok güldük; ama nihayetinde, mesajlar yine duvarlara yazılarak verildi. Twitter, belki ilk kez, toplumsal bir olayda, böyle kullanıldı; ama esprili yazılar haricinde, Başbakan’a küfürler yağdıran türden tepkilerin, diyalog kurmak istemekle, bir ilgisi yoktu. Ne isyanı olanın, yeni bir anlatım tarzı vardı, ne de devlet dinlemeyi öğrenmişti. Hele ki araştırmacılar “parkı inceledik hepsi okumuş çocuklar” dedikten sonra, daha çok şaşırdım: Israrla “Başbakan, bizi anlamıyor” diyorlardı. Köşe yazarları bile ‘başbakan anlamıyor’ teşhisi koyuyordu. Ülkede, çeşitli altyapı inşaatları için, milyonlarca ağaç kesilirken; Başbakan, Gezi’de geri adım atsa, ne olacaktı. Ben de bunu anlamıyordum; ama sanırım, Başbakan’ın bir şekilde geri adım atmış olması, kendisiyle hiç geçinemeyen kesimlere, kendini iyi hissettirecekti. Oysa, neler olup bittiğine; yani, Başbakan’ın söylemleri ile eylemleri arasındaki farka bakarsak, bir değil, birkaç geri adım attığını; ama söylemlerinde, bunun tam tersini yaptığını, net bir şekilde görebiliriz. Bu da bizim Başbakan’a has değil, tüm politikacılara, has bir özelliktir. Kimi zaman, konuların yönetimi için geri adım atılırken; söylemde farklı bir üslup takınarak, konumlandırmanın yönetilmesi gerekir. Uzun yıllardır, strateji ve iletişim danışmanlığı yapan biri olarak, bunun altını çiziyorum. Okumuş çocukların, Recep Tayyip Erdoğan’ın, ne olup bittiğini anlamamış olduğunu düşünmelerine, çok şaşırdım. Başbakan, anayasa gereği, yürütmenin başıdır. Yani, icra makamıdır. Bir sivil toplum otoritesi değildir. Partisi vardır, ideolojisi vardır, hükümet programı vardır, projeleri vardır, kararnameleri vardır. Toplumun tamamı tarafından, onaylanmış olmak, zorunda değildir.Çoğunluk tarafından, yetki ve güvenoyu almış olması yeterlidir. Başbakan anlasa bile, siyaseten anlamak zorunda değildir. “Mesajı aldık” demecinden sonra; Başbakan’ın, sokaktaki insanların talebini, yerine getirmek gibi, bir sorumluluğu yoktur. Bugün, bir Topçu Kışlası inşaatı yoksa; bunun sebebi, yapılan eylemler değil, alınan yargı kararıdır. On yıldan fazla zamandır, politik eylemsizlik halindeki bir kitlenin, içinde bulunduğu bu romantik tavrı, anlayamadım. Romantik devrimler, sadece romanlarda ve filmlerde olur. Gerçek hayatta, hükümete kafa tutuldu diye, istenilen şey olacak demek değildir. Hükümet, polis, asker veya diğer devlet unsurlar,ı baskı altına alınsa bile; çözüm, hukuk içinde bulunmak zorundadır. Halk hareketi sıfatı takılan, bir eylem için “siyasi partiler gelmesin” denirse; eylem, sistemin yani hukukun dışında kalır. Her ne kadar, meydandaki gençler “biz bir partiye mensup değiliz” dese de; 2014 yılında yapılacak yerel seçimlerde, cumhurbaşkanlığı seçiminde ve olası bir anayasa referandumunda; bu gençler Murat Boz’a veya Hadise’ye değil, gidip bir partiye oy verecek. Hangi partiye oy verecekleri belli değilse bile, AK Parti’ye oy vermeyecekleri; herhalde, Başbakan’ın da ilk anladığı mesajlardan biridir. Başbakan’ın söylemi, neden sert? Hayat ne dündür, ne bugün, demiştim yazımın başında. Başbakan, 10 yılı aşkın zamandır, tek başına iktidarda ve şimdi önünde bir yol ayrımı var. Kendisinin kurucusu olduğu AK Parti’nin, iç tüzüğüne göre, 3 dönemden sonra vekil seçilmek, yasak. Başbakan, üç dönem üst üste seçildiği için; bir sonraki genel seçimde, milletvekili seçilemeyecek. Önünde, seçenekler var: Birincisi, Cumhurbaşkanı seçilip köşke çıkmak. Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2014 yılında, ilk kez halk oylamasıyla yapılacak. İkincisi, yeni anayasada, yarı başkanlık veya başkanlık modeline yer verip, ülkenin ilk ‘başkanı’ seçilmek. Bunun olabilmesi için, anayasa  referandumu yapılacağı açıklandı.Erdoğan, bu modelde, güçlü bir lider olabilmek adına,  yüzde 60’ın üzerinde, oy almak istiyor. 2014 yılının seçim takviminde, bir de yerel seçimler var. AK Parti kadroları, 1990’ların başından bu yana, yerel yönetimlerde, zafer üstüne zafer kazanıyor. Üstelik yerel seçimlerde, iktidar partisi oylarında bir gerileme olup-olmayacağı, oldukça kritik bir gösterge olacak. AK Parti’de üçüncü dönemi olduğu için, bir sonraki seçimde aday olamayacak, bakan ve milletvekillerinin de, yerel seçimlerde aday olabileceği, yıllardır biliniyor. 2014 yılından itibaren, AK Parti ve merkez sağ siyaset, yeniden dizayn edilecek. Başbakan, sadece 10 yıldır iktidar değil; öncesinde, 30 yıllık muhalefet tecrübesi de var. Gelecek yıl, oy vermeye gidecek, 1996 doğumlular bilmez; ama biz ve bizden büyük kuşaklar, Erdoğan’ın nasıl güçlü ve yıpratıcı bir muhalefet olduğunu, iyi bilir. Siyasette her türlü olayı, darbeyi, mücadeleyi yaşamış bir lider olarak; Başbakan, sahnedeki en tecrübeli isim. Erdoğan’ın önündeki siyasi ajandayı, size yukarıda anlattım. Bu ajandanın hazırlığını yapmış, taktiklerini de planlamış. Ya Erdoğan’a, sözüm ona muhalefet eden partilerin, cumhurbaşkanı adayını biliyor muyuz? Hayır! Başbakan, işte bu boşluğu da çok net görüyor. Gelelim, konunun bir başka boyutuna: Ülke, anayasa değişikliği için referanduma hazırlanırken; Başbakan, 17 Ağustos 2010 tarihinde yaptığı konuşmada TOBB, TÜSİAD, Türk-İş, KESK, Kamu-Sen, Hak-İş, Memur-Sen gibi kuruluşlardan, referandumda ‘evet mi, hayır mı’ diyecekleri konusunda, irade beyanı istemiş ve “bitaraf olan bertaraf olur” (ii) demişti. Amacı, bu grupların ‘evet’ diyeceğini herkese göstermekti. Başbakan’ın 12 Eylül 2010 referandumu öncesinde yaptığı,’ bitaraf olan bertaraf olur’ uyarısı; tarafınızı açıkça gösterin, anlamına gelen ve seçmeni, etki altına almayı hedefleyen, bir seçim taktiğiydi. Böylece Başbakan, kararsız seçmen üzerinde, ‘herkes hükümeti destekliyor’ algısını güçlendirerek, oylarını artırmayı hedefliyordu. Sırasıyla, genel seçimlerde; 2002’de yüzde 34.28, ardından 2007’de 46.66 ve son olarak 2011’de yüzde 49.83 oy almayı başaran Başbakan Erdoğan; bertaraf çıkışını yaptığı 12 Eylül referandumunda, yüzde 57.88 ile, kariyerindeki en yüksek, halk desteğini aldı. Böyle bakınca, ayrımcı ve sertlik dolu söyleminin, seçmende nasıl karşılık bulduğunu, daha sağlıklı görebiliriz. Başbakan, seçim dönemlerinde ve öncesinde, safları iyice sıklaştırıyor. Sürekli, AK Parti’den ‘biz’ diye, rakiplerinden ‘onlar’ diye bahsediyor. Bu söylem, sürekli ve tekraren olmaktadır. Biz denilen kitle, yüzde 50 gibi bir büyüklüğü tanımlarken; diğer yüzde 50’nin, onlarca parti arasında bölünmüşlüğü; AK Parti’ye, halkın gözünde, müthiş bir güç kazandırıyor. Herkes, halkımız için ‘mağdurun yanında olmayı sever’ dese de; yazımın başında söylediğim gibi, politika bir kazanma oyunudur ve halk, seçim için sandığa gittiği zaman, güçlü olanı seçmek ister. Güçlü iktidar demek, iş ve aş fırsatı demektir. İhale, proje, zenginlik demektir. Entelektüel bir tatmin değil, icraat odaklı, bir refah projesi demektir. Altmış yılı aşkın çok partili dönemde, tüm tek parti iktidarları, bu vaatle ve duruşla seçim kazanmıştır. AK Parti ile seçmen arasındaki bu mutlu birliktelik, kolay bozulmaz. Ancak, zorlu bir sürece girecekler. Nasıl ki mutlu bir evlilikte, çalışan eşlerden biri, başka bir yere tayin edildiğinde, sorun çıkarsa; Erdoğan’ın 2014’teki zorunlu tayini de, böyle bir soruna benziyor. Başbakan, hem kendi siyasi kariyeri için, hem de partisini, bir sonraki genel başkana, en yüksek noktada teslim edebilmek adına; söylemini, safları yeniden sıklaştırmak için, sertleştiriyor. Böyle bir ajandayla çalışan Erdoğan, bir Topçu Kışlası uğruna, kendine oy vermeyecek insanlarla uzlaşıp, zaman ve enerji kaybetmek yerine; 2014 seçimleri için, muhalefetten arayıp da bulamadığı heyecanı, meydanda bulmuş ve kırk yıllık tecrübesiyle, bu fırsatı kaçırmamıştır. Unutmayalım ki, politika bir kazanma oyunudur. Kendine ne meydanda, ne kendi mitinginde yer bulamayan, başta CHP olmak üzere, tüm muhalefet partileri, şimdi, ters yumruk yemiş boksör gibi; sadece, Başbakan’ın sertleşen tavrı üzerinden, cılız söylemler üretmekte ve anketlerde, en küçük bir oy artışı bile görülmemektedir. Muhalefetin tabanını, bezginlik noktasına getiren, plansız ve programsız yönetimi, zayıf konuşmaları ve halkın beklentilerini anlamak yerine; toplumu, AK Parti’nin peşine takılıp giden bilinçsizler gibi görme hastalığı, halkın bir kesiminde, ciddi bir rahatsızlık yaratmaktadır. Buna rağmen, CHP ve MHP, tıpkı ligin son haftasında kümede kalmak için, rakibinin yenilmesini bekleyen takımlar gibi, bir mucize olsa da AK Parti’nin oyları azalsa, diye beklemektedir. 2014 öncesinde, muhalefet için en kötü senaryo, tüm seçimleri kaybedip; AK Parti’ye, üst üste on seçim zaferi yaşatan partiler, olarak tarihe geçmektir. Başbakan’ın çıkmazı nerede? Başbakan’ın her fırsatta karşısına CHP’yi alması ve her şeyi CHP’ye bağlayarak, seçmene izah etme çabası, safların diri tutulmasını sağlıyor. AK Parti’nin tek kutuplu yönet, iki kutuplu konuş taktiği, son derece işe yarıyor. Yani karar alırken, tek başına hareket ettiği halde, konuları topluma anlatırken; karşısına birilerini (CHP’yi, AB’yi, İsrail’i, dış mihrakları, faiz lobisini) koyarak, icraatlarını, birilerine rağmen başarılmış, işler gibi sunuyor. CHP’nin, siyasi aksiyon bile alamadığı, bir konu hakkında; Başbakan, bir saptama yaparak, konuyu CHP ile ilişkilendiriyor ve daha CHP ne olduğu anlamadan; seçmen, hem AK Parti’nin savını, hem ona karşı olan savı ve çözümün de AK Parti’de olduğunu, Başbakan’ın söyleminden çıkarıp, sandıkta hakkını veriyor. Başbakan Erdoğan, 2007 genel seçimlerinde, partisinin oylarını (2002 seçimlerinde aldığı yüzde 34.28’den) yüzde 46.66’ya çıkarırken; demokratik reformlar ve AB adaylığı konusundaki başarısıyla, aydın ve şehirli kesimden büyük destek görmüştü. Bu çıkışını “12 Eylül’den hesap soracağım” vaadiyle taçlandırıp, Türkiye tarihinin en büyük demokratik reformunu, 12 Eylül 2010’da halkın oyuna sunan Erdoğan; kendisine, daha önce oy vermemiş insanların  desteğini de alarak, yüzde 57.88 evet oyuyla zirve yapmıştı. Aradan geçen sürede, 12 Eylül’den hesap sorulmamış olması bir yana; açılan davaya, yataklarında yatarken canlı yayınla katılan sanıkların, bir de iddialar okunurken, mahkeme karşısında uyuya kalmaları, büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Çünkü insanlar, 12 Eylül ile gerçekten hesaplaşmak istiyordu; ancak bu rüzgâr, çok çabuk söndü ve arkasından, Başbakan’ın başkanlık modeli isteği, öylesine önem kazandı ki, 2010’da gelen yeni oyların ve 2011 genel seçiminde gelen, 5 milyon yeni oyun sahipleri, endişe etti. Başbakan, bugün çeşitli yönlerden eleştiri alıyorsa; bunun sebebi, kendisine oy vermeyen CHP tabanı değil. Onlar, zaten asla sevmediler ve oy vermeyi, hiç düşünmediler. Ancak, Başbakan’a demokrat kimliği nedeniyle, oy veren geniş kesimlerin bir kısmında, şimdi endişe hâkim. Başlıca nedeni, Erdoğan’ın otoriter olması da değil; AK Parti’nin önereceği, yeni model her ne ise, bunun tam olarak anlatılmamış olmasıdır. Bu muğlâklık, endişeyi artırırken; yeni modelin, sadece Başbakan’ın siyasi hedeflerine göre tanzim edildiği izlenimi de, otoriterlik düşüncesini körüklüyor. Dahası, uzun zamandır “demokratlığın” altını çizerek, oylarını yüzde 60’lara dayandıran Erdoğan; son iki yıldır “biz, muhafazakâr demokratız” söylemine geri döndü. Bu da, yaşam tarzına müdahale korkusunu, geri getirdi. Başbakan hep konuşuyor; ama anlatmıyor! Bir iletişim saptaması yapalım: Konuşmak ile anlatmak farklı işlerdir. Uzun uzun konuştuğu halde, hiçbir şey anlatmayan insanlar vardır. Başbakan, hemen her gün kürsüde, hemen her gün sayfalar dolusu konuşuyor. Bir düşünelim, en son ne zaman, elinde bir resim veya bir grafikle, topluma sunum yaparken hatırlıyoruz? Sanırım, en son, 2011 seçim kampanyası döneminde. Kanal  İstanbul projesi, yeni havalimanı, yeni köprü, İstanbul’a iki  yeni şehir(muhalefet unutsa da)  gibi, projeleri anlatmıştı. Seçimden sonra görmedik. Danışmanları demesin ki, Ulusa Sesleniş programında, ayrıntılı bilgi veriyor. Artık, toplumlara öyle tepeden bakan, didaktik içerikler, ne izleniyor ne de bir işe yarıyor. Oysa, Salı günleri yapılan grup konuşmalarını, oy veren-vermeyen herkes izliyor. Çünkü, canlı ve heyecanlı. Aralık 2012’de The Brand Age için yazdığım “Gündemi  İyi Yönetmenin Sırrı, Dinlemek” başlıklı yazımda, bakın nelere değinmişim: İlk önce, ING Aslanı’nın yarattığı, antipatiyi ve Ali Ağaoğlu’nun, Maslak 1453 projesinde ağaç kesmediği halde, binlerce ağaç kesmiş gibi, karşı bir kampanyayla, baş etmek zorunda kalmasını; bunları, hedef kitleye  iyi bir şekilde ve yeterli zaman ayrılarak, anlatılmamasına bağlayıp, Topçu Kışlası tartışmalarıyla devam etmişim. Bir gündem oluşturma hatası da, Taksim’in yayalaştırılması projesinde yaşandı. Belediye, Taksim’de ne yapacağını, nasıl ve neden yapacağını, halka anlatmadı. Anlattıysa bile -belli ki- medyaya bir-iki demeç vermekle “tamam hallettik” diye düşündü; ama yeterli olmadı. Akşamdan sabaha, konuyu gündeme taşımakla, kamuoyu ikna edilemez. Belediye, bu konunun iletişimini, öyle iyi planlayıp  öyle başarılı anlatırdı ki, projeye muhalif olanların çoğu, destek verebilirdi. Çamlıca’ya cami yapılması konusu, farklı mı? Başbakan, “Çamlıca’ya cami yapacağız, her yerden görünecek” dedi. Bu açıklama, basit bir cami yapılması meselesi değildi. Esas konu, İstanbul siluetine, yeni bir simge eklenmesi fikriydi. Başbakan’ın mesajları, caminin kesinlikle yapılacağını, ifade ediyordu. Tepki de, bu nedenle arttı. İstanbul’a anıtsal bir simge eklenecekse, kamuoyunun genel desteğini almayı hedefleyen, bir iletişim planı yapılması ve dikkatlice yönetilmesi gerekirdi. Bu gibi şiddetle yapılmış, aniden sonuca gelinmiş iletişim işleri; hedef kitlede, saldırıya uğradığı hissi yaratır. Rahatsız ve huzursuz olur. Sadece, ikna edememiş olmakla kalmazsınız; bir de iyice kuşkulanıp, size karşı bilenmeye başlarlar. O güne kadar dikkat etmedikleri şeyleri incelerler. Kadir Topbaş, şehir hatları vapurlarını yenilerken, doğruları yapmıştı. Halk, şimdi çok memnun. Ali Ağaoğlu, çarpık yapılaşma ve deprem riski hakkında, doğru bir konu yönetimi yapmıştı. Negatif söylemine rağmen, halkın takdirini kazanmıştı. Başbakan, cami değil de açılım yapacağı zaman, çeşitli gruplarla buluşup anlatmış ve dinlemişti. Markalar niye hazırlıksız? Türkiye’de eskiden, bir silahlı kuvvetler, bir de şirketler kriz tatbikatı yapardı. Senaryolar yazar; sonra da nasıl tavır alırız, diye planlar yapardık, markalarla. Fakat, son toplumsal olayların her birinde, markalar zarar gördü. Maalesef, hâlâ protestocuların elinde, boykot edilecek markalar listesi dolaşıyor. Olayların en alevli yerinde, ‘Kahve Dünyası tam olarak Ferit Şahenk’e satıldı mı?’ tartışması yapılıyordu. Demek ki borsaya gitsin veya gitmesin; artık her şirket, kendini halka arz olmuş gibi yönetmek zorundadır! Bir önceki biber gazı krizinde, Mado boykot edilmiş olmasına rağmen; belli ki diğer markalar, bundan ders almamış ve herhalde, bize bir şey olmaz havasına girmiş. Garanti Genel Müdürü Ergun Özen açıkladı, Gezi Parkı olaylarının ilk haftasında, 40 milyon lira mevduat çıkışı olmuş. Neden? Aynı grubun haber kanalı, olayları canlı yayında vermedi, diye gelen tepkilerden. Toplumun, markalara tepki verme biçimleri, nasıl değişti, görüyor musunuz? Markalar, belki de yeni kriz senaryolarına çalışmalı; belki, şu an akla gelmeyecek, başka senaryolara da. Ama çalışmalı. Bazı olasılıklara, müşterileri önceden hazırlamak da, çok iyi bir fikir olabilir. Medya ve siyasetin itibarı en altta Gezi Parkı olaylarında, medya da itibar kaybetti, diyorsanız yanılıyorsunuz. Yıllardır, önümüze gelen tüm “kurumlara güven” araştırmalarında, siyaset ve medya, en düşük itibara sahip kurumlardı. Medya, kamuoyu nezdinde, itibarını yitireli çok oldu. Fakat etkisinin, itibar kadar yitirildiğini söyleyemem. Medyaya güvenin tükenmesinin nedenleri, medyanın, halkın gerçek gündemini görmemesi ve medya sahibi patronların, hükümetlerle kurduğu ticari ilişkiler. Medyaya çıkarak, olayları yorumlayan isimlere de, değinmekte fayda var. Halk, yeni dünyayı ve yeni dili anlayan isimler, görmek istiyor. Medyaya çıkan herkes, kendi  reklamını yapmanın derdinde. Olayları yorumlamak yerine, ne dersem şu tarafa beğendiririm, ne dersem şuradan laf yemem düşüncesi, yorumlara hâkim olmuş. Üstelik, izleyici de bunun farkında olduğu için; eskisi gibi, uzman dinlemek için izlemiyor. Yorum yapanın, kime şirin gözükme derdinde olduğunu anlıyor. Ekranlarda çizilen, Başbakan portresi de çok ilginç. Başbakan’ın çalışma ortamını, yakından bir kez bile görmemiş insanlar; çok iyi biliyormuş gibi “danışmanlarını hiç dinlemiyor, kimseden bilgi almıyor, gençleri anlamıyor”  türü laflar ediyor. Bir başbakan, danışmanlarını dinlemez mi? Elbette dinler; ama siyasi ajandası neyi  gerektiriyorsa, ona göre karar alır. Ülkemizde, siyasetin dili bozuk. Siyaset kurumu, halkın içinde değil; halka tepeden bakıyor. Gündelik yaşamda değilse de,  söylemlerde, iki kutuplu hale geldik. Ancak, bunlardan olumsuz etkilenmeyelim. Ne ilk kez fikren bölünüyoruz, ne de son kez… Muhalefet partilerinin, ilişki ve iletişim yönetimindeki zayıflığı, en büyük demokratik zaafımız. AK Parti, doğrusuyla  yanlışıyla ülkeyi yöneten parti olduğu için; bu partiye oy verenler, olaya daha ideolojik bakabiliyor. Ancak aynı şey, muhalefet partileri için geçerli değil. AK Parti’ye oy vermeyen kesim, CHP ve MHP ile geleceğe dönük, bir bağ kuramıyor. Bunun başlıca sebebi, bu partilerin lider kadrolarının, sabahtan  AK Parti diye lafa başlayıp, akşama kadar AK Parti’yi konuşması. İktidar olma söylemi, fikri, heyecanı, hırsı, çalışkanlığı, uyanıklığı, kıvraklığı, renkliliği, popülizmi, dayanışması ve birlikteliği, Ak Parti’de olduğu  kadar, muhalefette  yok. Gezi Parkı olaylarının temelinde, bir parti liderliğinin olmaması da, bundan kaynaklanıyor. Siyasi iletişimde, sürekli laf yiyen, köşeye sıkışan, kendini savunmak zorunda kalan bir CHP; asla, AK Parti karşısında, bir pozisyon kazanamaz. Öyle bir hale gelindi ki; AK Parti, kendi kibrinin panzehirini bile, kendi içindeki,  ılımlı siyasetçilerde bulur oldu. Toplumu rahatlatan bazı açıklamalar, dikkat ederseniz AK Parti içindeki  muhalefetten (!) geliyor. Necmettin Erbakan’ın toplumdaki değişimi ve ihtiyacı, yeterli okuyamadığını düşündüklerinde; Recep Tayyip Erdoğan ve yol arkadaşları, AK Parti’yi kurmuştu. Türkiye’nin, uzunca bir süre daha, merkez sol iktidar görmeyeceği kesin gibi. Bu nedenle, 2014’te, AK Parti ve merkez sağın yeniden dizaynı, nasıl olacak, işte her şeyin cevabı orada. Bundan sonra olacak her şeyi, yine bu sistemle okumayı düşünüyorum:
  1. Politika bir kazanma oyunudur.
  2. Bir kez politize olununca, masumiyet kaybolur.
  3. Apolitik olmak, karakter değil, bir duruştur.
  4. Geniş halk desteği arayan politik liderler, keskinleşmek zorundadır.
  5. Hayat ne dündür, ne bugün. Yarın da bizim değildir. Sunulanların dışında, bir seçenek daha, mutlaka vardır!
  (i) Bu kanıya varmamda, Erich Fromm’un “İtaatsizlik Üzerine” adlı kitabının çok yardımı olmuştur. (ii) Milliyet Gazetesi, 18.08.2010
 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER